BİLMEK, İNANMAK VE YAŞAMAK ÜÇGENİNİN İÇ ACILARI TOPLAMI*

Anasayfa » Fikriyat » BİLMEK, İNANMAK VE YAŞAMAK ÜÇGENİNİN İÇ ACILARI TOPLAMI*

BİLMEK, İNANMAK VE YAŞAMAK ÜÇGENİNİN İÇ ACILARI TOPLAMI*

Hakan YAPICI**

Türk modernleşmesi serüvenimizdeki temalardan biri, bilmek (bilgi, bilim) ile inanmak (din) arasındaki gerilimdir. Modernleşmeye siyasi bir pencereden bakmaya aşina olduğumuz için öncelikle konuyu siyasetten alıp sosyolojiye getirmek gerekmektedir. Sosyolojiyi siyasetten ayrı düşünmek zor olsa da akademik faaliyetlerimizle erişeceğimiz tabloyu spekülasyonlarla değil sosyolojik kavram, süreç ve çıkarımlarla doldurmalıyız. İşte o zaman sosyoloji yapmak, siyaset yapmış olmaktan ayrılacaktır. Aydının görevi politikacı olarak hareket etmek olmadığı gibi spekülasyondan ve propagandadan da beri durmalıdır. 

Modernleşme, ülkemizde bilmek ile inanmak arasında bir gerilim üretmiş ve üretmektedir. Bu gerilim, 6 Şubat 2023 tarihindeki deprem(ler) dolayısıyla yaşadığımız zor zamanlarda kendisini daha da hissettirmektedir. Böylesi zamanlarda insanların bilmeye mi inanmaya mı daha fazla ihtiyaç duydukları ya da ikisi arasında seçim yapma zorunda hissetmeleri oldukça travmatiktir. Bu (kolektif) travmanın devamını ve türevlerini de sıralayabiliriz. Zor zamanlarda kurtuluşu ya da rahatlığı bilimde mi arayacağız dinde mi? Bilim insanının uyarılarına mı kıymet vereceğiz, bir hocanın uyarılarına mı kulak kesileceğiz? Hangi bilgiye kıymet verip hangi inancın peşinden gideceğiz? Deprem sarsıntısı esnasında bir ateistin dua etmesinden hareketle zor zamanlarda hem bilmek hem dua etmek tabiidir, kaçınılmazdır hatta belki de zorunluluktur. Çünkü örneğin jeolojiye dair bilgilere sahip olmak depremle ilgili gündelik eylemlerimizi bilinçlendirecektir. Bunun yanında dua etmenin de eylemsel tarafı vardır. İnsanlar dua ederek aslında eylem çağrısında bulunmaktadır. Dolayısıyla bilim, duada çağrılan eylemin niteliği olabilir. İnsanların Celal Şengör ile Cübbeli Ahmet hoca arasında seçim yapmak zorunda hissetmesi, yaşı müsait olanlara Atatürk mü Peygamber mi ikileminde bırakılmayı hatırlatabilir. Toplumsal ve kültürel açıdan hastalıklı bulunabilecek olan böylesi ikilemler, formel olarak ruhbanlıktan ve Katolik zihniyetten türemektedir. Depreme dair dini hesaba katmadan yapılan salt bilimsel açıklama da bilimi hesaba katmadan yapılan salt dini bir açıklama da formel olarak aynı zihniyete dayanmaktadır. Bize düşen, bu zihniyetin dayandığı ve söz konusu ikilemi, bunalımı, travmayı üreten mekanizmayı keşfetmektir. Modernleşme serüveniyle geldiğimiz noktada dindarlar bilimin pozisyonunu, sekülerler ise dinin pozisyonunu kestirememektedir. 

Deprem felaketine maruz kalanların hem bilimsel açıklamaların yoğun takipçisi oldukları hem de “biz bunu hak ettik” gibi söylemlerle iman dairesinde kalmaya çalıştıkları gözlenmiştir. Bilimsel alanın da dini alanın da yükseldiği zaman dilimleri olarak zor zamanlarda kültürel ve sanatsal alan ise ivme kaybetmektedir. Ancak zor zamanlar oldukça kıymetlidir. Bir insanı en gerçekçi ve sağlıklı bir şekilde tanımanın yolunun onunla yemek yemekten, ticarette bulunmaktan ve seyahat etmekten geçmesi, meşakkatli yani zor zamanların kıymetine işaret etmektedir. Belki sarsıcı, öfkelendirici, şaşırtıcı ya da üzücü olabilir ancak nihayetinde kıymetlidir zor zamanlar.

Günümüzde gündelik hayatımızı kuşatan bilmek, inanmak ve yaşamak üçgeni içerisindeki ahvalimize özellikle dini açıdan dikkat kesilirsek bir uçta modernist diğer uçta gelenekçi yaklaşımlar bizi karşılamaktadır. Sadece inanıp yaşayacak mıyız yoksa bilmek de zorunda mıyız? Modernist yaklaşımda dinin, inanmadan ve yaşanmadan önce bilinmesi gerektiği görülmektedir. Çünkü modern zamanlarda aidiyet, tercihte bulunmaya dayalıdır. İnsanlar dinini yaşamayı tercih edebilmek için onu bilmek durumunda bırakılmaktadır. Oysa geleneksel yaklaşımda inanmak ve yaşamak, bilmekten daha öndedir. Ulema tarafından içtihatla birlikte ortaya konan fetva, halk tarafından uygulanır. Bu sebepledir ki geleneksel yaklaşımda ilmi meselelerin istişaresi halkın şahitliğinde yapılmaz. İlmi meselelerin halka açık bir şekilde tartışılmasını getiren modernist yaklaşımda bu meseleler ulema arasında kalmamıştır. İnsanların bir hoca önderliğinde tefsir sohbetlerine katılması dini bilme gerekliliğine dayanmaktadır. Ebubekir Sifil ile Caner Taslaman arasında yaşanan deve idrarı (şifası ve kimyasal detayları) ile ilgili tartışmanın Twitter gibi mecralarda ve televizyon kanallarında yankı bulması bundan ötürüdür. Benzer bir şekilde farklı kanaat önderlerinin ayet-hadis tartışmalarının halkın ilgisine ve bilgisine arz edilmesi modernist yaklaşımın ürünüdür. Çünkü modern paradigmada din konusunda yapılması gereken şey insanları bilinçlendirmektir. Geldiğimiz son noktada yaygınlaşmaya başlayan yapay zekâ modellemeleri de bilgiyi ve bilmeyi yücelten cinsten gelişmelerdir. Hatta kendisine sorulan sorulara hadis örnekleriyle cevap veren ‘Hadith GPT’ gibi yapay zekâ türevleri geliştirilmiştir. 

Neticede din anlayışı 1990’lardan itibaren geleneksel ve modern gerilim arasında sıkışmıştır. Toplumsal hafızamızdaki tekke-medrese gerilimine de benzeyen bu gerilimin bir tarafında dini zihinsel bir uğraş alanı haline getiren modern paradigma, bir tarafında ise dini sadece hayatın içine koyup yaşayan geleneksel paradigma. Modern paradigmada epistemoloji var ontoloji yok, geleneksel paradigmada ise ontoloji var epistemoloji yok. Dinle epistemik irtibat kuramayan gelenekçiler, ruhban sınıfı üreterek dini katolikleştirmektedir. Dinle ontolojik irtibat kuramayan modernistler ise bilmekte ama inanmamakta ya da yaşayamamaktadır. Modernist Müslümanlar bilmekte gelenekçi Müslümanlar yaşamaktadır. Dini daha az bilenler yani gelenekçiler, daha çok ve daha samimi yaşamaktadır. Bilmeden yaşayan bu nesil yani atalarımız dini daha hasbî ve daha samimi yaşayarak Anadolu irfanını hatırlatmaktadır.

Son yıllarda başka bir dindarlaşma algısıyla birlikte seküler dindarlık ortaya çıkmıştır. Seküler dindarlıkta dinin hem epistemolojik hem de ontolojik tarafı askıya alınmaktadır. Müslümanlık din değil de hayat tarzı seçeneklerinden bir tanesi hâline gelmiştir. Din, aşkın ve kuşatıcı konumunu kaybetmesiyle bireysel özgürlük ve hak, demokratik bir seçenek gibi algılanır olmuştur. İnsanların okullarında, iş yerlerinde mescit talep etmesi dînî değil demokratik bir talep olarak görülmektedir. Dinin hayat tarzlarından biri olarak görülmesi, tesettürü, alkol almayı, namaz kılmayı, dedikodu yapmayı, cinsiyet tercihini vs. birbirinden bağımsız ama bir arada yaşanabilir seçenekler haline getirmiştir. 

Geldiğimiz noktada mâkul ve yekpare bir paradigmaya ihtiyaç bulunmaktadır. Bunun için bilmek, inanmak ve yaşamak üçgenindeki acılarımızı üreten mekanizmayı yani Batı düşüncesini sağlıklı bir şekilde okumalıyız. İhtiyacımız olan paradigmayı estetik için tasavvufa, akıl için mantığa, izah için kelâma, düşünce için felsefeye, bilgi için bilime, anlam için sosyolojiye vs. başvurarak elde edebiliriz. Dolayısıyla Veysel Karani’den, Kindî’den, Farabi’den,  İbn-i Sîna’dan, Gazzâlî’den, Celâleddîn-i Rûmî’den, Sadreddin Konevî’den, Yunus Emre’den, İbn-i Haldun’dan, Ali Kuşçu’dan vd. edineceğimiz bütünleşik bir paradigma tutturmalıyız.

*Bu metin İlmi Düşünce Mektebi bünyesinde Doç. Dr. Faruk Karaarslan’ın verdiği 18.03.2023 ve 01.04.2023 tarihlerindeki Zor Zamanlarda Bilmek / Türk Modernleşmesi derslerinde alınan notlardan hazırlanmıştır.

** Sosyoloji Doktora Öğrencisi, Necmettin Erbakan Üniversitesi hakanyapici10@gmail.com

İlgili Makaleler

Yorum bırakın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Son Yazılar

Kategoriler

Etiketler

Copyright © 2024 İDM - İlmi Düşünce Mektebi