9 Nisan 2024
7 Ekim 2023’ten bu yana yaklaşık altı aydır dünya gündemini altüst eden İsrail mezalimi, evrensel toplum açısından Gazze’de bir insanlık dramını (ve imtihanını) gözler önüne serdi. Filistin açısından meselenin tarihsel kökenleri ve bugün için dünya devletlerinin ve Müslüman devletlerin karşı karşıya kaldığı durum pek çok boyutuyla farklı platformlarda tartışılmaktadır. Fakat kendi topraklarında/ülkelerinde yaşam mücadelesi veren Filistinli Müslümanların, işgalci bir devlet terörü karşısında verdiği mücadelenin sadece tarihsel, politik ve dini yönleriyle değil sosyo-psikolojik yönleriyle de tahlil edilmesi gerekmektedir. Çünkü bu mücadelenin salt beşerî bir toprak mücadelesi olmaktan öte ilahî bir cehd, cehd-i azam olduğu muhakkaktır. Dolayısıyla samimiyetini kendi pratiğinden alan bir cihat ortaya konulmaktadır.
Gazze’de Müslümanların verdiği mücadeleyi “izlerken” diğer Müslüman toplumların verdiği tepkiyi analiz edebilmek üzere bir samimiyet terazisi kurmayı deneyelim. Bu terazide kimin samimiyetinin ne kadar ağırlıkta olduğunu, Gazzelilerin samimiyeti tayin etmiş olacaktır. Çünkü elimizde, bu durumu daha adil tartacak bir ölçek henüz bulunmuyor. Yaşanan zulüm karşısında pek çok masada (diplomasi, hukuk, ticaret, askeri vd.) kazanılacak haklar olabilmesine rağmen, bu masaların hakkın terazisini taşımayacağı sarih görünmektedir.
Samimiyeti, en basit haliyle niyet ve amellerin uyumu olarak düşünürsek, samimi niyetle ortaya çıkan bir amel, -sonuçların bağımsız olarak- bir şahsiyet ve iradenin beyanı demektir. Bugün yaklaşık altı aydır dünyanın gözü önünde cereyan eden gayri insani savaş manzaraları, Filistinliler dışındaki insanların (ve Müslümanların) niyetlerinin, amelleri üzerinden okunabilmesine imkân tanıyor. Evrensel değerlerden ulusal çıkarlara, toplumsal duyarlılıktan bireysel vicdana kadar bir değerlendirme yapmak suretiyle samimiyet tahlilini detaylandırmaya çalışalım.
Modern dünyanın yarattığı küresel örgütlenmeler, evrensel hukuk ilkeleriyle “gelişmiş” devletlerin başını çektiği bir sistemi organize etmiş durumdadır. Bu toplumların insan hakları ve hukuku alanında ulaşmış olduğu düzey, neredeyse bütün dünyaya pazarlanması gereken en gelişmiş versiyon olarak sunulmaktadır. Avrupa devletleri ve ABD başta olmak üzere pek çok devlet bu sistemin garantörlüğünü üstlenmiştir. Fakat bu garantörlük sunulanın aksine kendi ülke sınırları içinde refaha katkı sağlayabilirken, Batı dışı toplumlar üzerinde aynı tutumun sergilenmediğini göstermektedir. İsrail’in Filistin ve Gazze topraklarında yaşattığı gayri insani manzara karşısında, Avrupa’nın tekeline aldığı “İnsan Hakları” hukuku nasıl bir samimiyet iradesi ortaya koymaktadır? “Hukukun üstünlüğü” onun toplumsal vicdanı tesis edecek bir güç olduğuna işaret ediyorsa, insani/insanca yaşamı mümkün kılacak somut uygulamaların aşikâr kılınması gerekiyor. Bugün Avrupa’nın, ABD’nin ve uluslararası toplumun varlığını dayandırdığı “uluslararası hukuk”, Gazze’de cereyan eden insanlık dışı görüntüleri önleyemiyorsa, vicdan sahibi hiçbir insanın ruhuna sekinet/huzur veremiyorsa, bu durum, hukukun ancak bir teori, bir söylem, bir retorik olduğunu göstermektedir. Eğer hukuk yazılı bir metinden ibaretse, içerdiği insanî ilkeler ancak niyet düzeyinde bir varlığı temsil etmektedir. Burada hukuk ancak devletlerin güçlü pratikleriyle somutlaşacak bir amele dönüşecektir. Dolayısıyla evrensel hukuk, kâğıt üzerinde iyimser bir niyeti temsil etse de devletlerin pratikleri açısından samimiyet sınavını kaybetmiştir. Uluslararası topluma ait kitlesel refleksler, devletler nezdinde gerçekleşen pratiklere nazaran samimiyet terazisinde daha ağır gelmiştir.
Müslüman devletlerin yaşadığı travma ise samimiyet terazisinin ayarlarını bozacak niteliktedir. Tarihsel açıdan İslam Medeniyeti bakiyesini ve Osmanlı İmparatorluğu mirasını taşıyor olmak bu travmayı daha da şiddetlenmektedir. Son yüzyılda Müslüman coğrafyada doğmuş ulus devletler bu bakiyeyi ve bu mirası büyük oranda unutmuş durumdadır. Bir Müslüman toplumun varoluş mücadelesi verdiği bir zamanda; sivillerin, kadınların, yaşlıların, çocukların, masumların vahşice öldürüldüğü bir ortamda, diğer Müslüman devletlerin ve toplumlarının refleksleri samimiyet terazisinde ölçülmeye değerdir. Bu noktada Müslüman devletler İslam hukukunu, uluslararası hukuku ya da muhtelif meşru stratejileri kullanarak İsrail’in zulmünü engelleyecek bir adım atamıyorlarsa, burada bir niyet-amel uyumsuzluğu var demektir. Amellere bakarak niyetleri (samimi olup-olmadıkları) okuyamıyoruz. Devlet adamları ve siyasetçilerin Gazze’deki son durum üzerine dile getirdiği söylemler, ne yazık ki niyetlerini bile ortaya koyabilecek sıklette değil. Çünkü niyetlerini okuyabilmek için devletler nezdinde bir pratiğin sergilenmesi gerekiyor. Devlet adamları için ise niyet söylemle değil, amel ile dile getirilir. Müslüman devletlerin iradesi, Filistin için samimiyet terazisinde ancak somut icraatlarla karşılık bulacaktır. Böylece İslam Medeniyeti bakiyesi ya da Osmanlı İmparatorluğu mirasının bir nostalji veya hatıra olmadığı anlaşılabilecektir.
Gazze’de yaşanan zulüm karşısında Türkiye toplumu özelinde yerel organizasyonları gözlemlediğimizde, ortaya konulan refleksler “ulusal” sınırların ötesine geçmekte zorlanmaktadır. Sayıları her geçen gün artan sivil organizasyonlar, yerel düzeyde toplumsal duyarlılığı arttıracak bir etkiye dönüşmektedir. Birbirine benzeyen eylem stratejileri ile olsa da kendi içimizdeki dayanışmayı güçlendirmeye önemli katkılar sağlanmaktadır. Fakat şehirlerimiz özelinde yapılan bu çalışmaların, bütün ülke düzeyinde büyük ve etkili bir dinamizme ve sürekli büyüyen bir ortak sese dönüşmesine henüz şahit olamadık. Türkiye Cumhuriyeti Devleti ve hükümetinin uluslararası düzeyde ortaya koyacağı politik tavrını ve tutumunu etkileyecek, küresel yansımaları olacak büyüklükte bir dinamizm yakalanmış değil. Ya da en azından kamuoyunun izleyebileceği somut adımlar atılabilmiş değil. Dünyanın pek çok ülkesinde, sokaklardan medyaya yansıyan görüntüler Türkiye’de sivil kitlesel hareketlerin etki gücünün sınırlı olduğunu düşündürmektedir.
Uluslararası medyadan izleyebildiğimiz kadarıyla Avrupa’da ya da Amerika’da sergilenen protesto biçimleri siyasi platformlardan spor etkinliklerine, sanatsal mecralardan eğitim kurumlarına kadar çok farklı alanlarda kendisini gösterebilmektedir. Türkiye’de ise Müslümanların Filistin hassasiyetinin derinliğini ve itirazlarının meşru dilini uluslararası boyuta taşıyacak alanların keşfedilip, bunu uygulamaya dönüştürememek ciddi bir eksiklik olarak karşımızda durmaktadır. Bu konuda bir örnek vermek gerekirse; 7 Ekim Aksa Tufan’ından kısa bir süre sonra Konya’da oynanan Türkiye-Letonya milli futbol müsabakası uluslararası kamuoyuna gösterilebilecek tepkinin meşru zemini oluşturabilirdi. Bir yeni toplumsal hareket pratiği olarak İsrail’e ve savaş/soykırıma göz yuman küresel güçlere karşı güçlü bir ses çıkarılabilirdi. Sokaklardan yükselen seslerin ve eylemlerin devlet liderlerini/yöneticilerini hareket geçirecek somut bir etkiye dönüştürmemesi ya da geç kalınması bu konuda yeni analizlerin yapılmasını gerektirecektir. Bir Afrika ülkesi olarak Güney Afrika’nın Uluslararası Adalet Divanı’nda İsrail aleyhine açtığı soykırım davası bugüne kadar atılmış en somut adım görünümündedir. Müslüman ülkelerin çoğunda olduğu gibi Türkiye’nin de bürokratik, hukuki, ticari herhangi bir somut yaptırım girişiminde bulunmamış olması, “ulusal çıkarlarımızın” ön planda olduğunu göstermektedir.[1] Müslüman liderlerin İsrail’in zulmünü sona erdirecek, Filistin’i özgür ve bağımsız bir devlet kılacak adımlarını niyetler-ameller ekseninde değerlendirebilmek için söylemlerin ötesinde bir pratiğin ortaya çıkması beklenmektedir. Çünkü devletler nezdinde dile gelen “samimi niyetler” ameller olmadan okunamıyor. Söylemlerde ortaya çıkan “niyetler” ise samimiyet terazisinde hiçbir ağırlığa karşılık gelmiyor.
Müslüman bireyler nezdinde, Filistin ve Gazze konusundaki samimiyeti ölçebileceğimiz alanlar daha da sınırlı. Savaşın ilk zamanlarında sosyal medyadan gördüğümüz vahşet tabloları karşısında sesimizi, sözümüzü yükseltecek tavırlar içine girmekteydik. Sokaklar, meydanlar samimi Müslümanlarla dolmaktaydı. Zaman geçtikte durdurulamayan bir savaş ortamında, sosyal medyadan karşımıza çıkan videolarda bakmaktan utanç duymaya başladık. Hiçbir şey yapamıyor olmak, video izlerken bize samimi olmadığımızı hatırlatıp duruyor. Marketler ve mağazalar, İsrail’e açıktan destek verdiğini ilan eden markaları satmaya devam ederken, bireysel olarak boykot hassasiyetini sürdürmek içinden çıkamadığımız bir ıstırabı yaşatıyor. Raflarda elimiz bir ürüne giderken yaşadığımız boykot gerilimi bizi başka raflara yönlendiriyor. Boykotu bir yaşam tarzı haline getirmeye çalışmak, samimi Müslümanların bulabildiği en basit pratik. Boykot bilincinde ve tutumunda niyet ağır gelir fakat ameli hafif sayılır. Devlet kurumlarının ve yerli şirketlerin boykot duyarlılığına katkı sağlayacak adımları atamıyor oluşu, bireysel düzeydeki boykot motivasyonuna zarar vermektedir.
Tersine Müslüman toplumda boykota karşı duyarsızlık daha da acınası bir durum. Hem Müslüman olup hem de boykot hassasiyetine sahip olmamak, nasıl açıklanabilir ki? Bir Müslüman, hangi Müslümanca bir niyetle boykot ürününü satın alır, kullanır veya tüketir? Hangi gerekçe, onu, bu duyarlılıktan mahrum bırakabilir? Yapacağı çok şey olmadığının farkında iken yapacağı tek şeyi, boykotu nasıl ihmal edebilir? Bu Müslümanın hali, sanki bedenen Müslüman görünürken, ruhen Müslüman olamamaya benziyor. Yediği, içtiği, giydiği şeylerin bedeninde kaldığını zannedip, zihniyetine ve ruhuna sirayet ettiğinin bile farkında değil. Buradaki insanın samimiyet terazisindeki hali, niyeti hafif ameli ise hiç yok gibidir.
Gazze’ye dolayısıyla Filistin’e karşı samimiyetimizin son ölçüsü, bir gün bölgede savaş bittiğinde, ilk kıblemiz Mescid-i Aksa’ya hangi yüzle gideceğimiz olacaktır. Bugün sadece Müslümanların değil tüm dünyanın izlediği insanlık dışı manzara karşısında hiçbir şey yapamıyor olmak, kalplerimizi karartmaya yetiyor. Savaş zamanları bittiğinde Kudüs topraklarına ziyarette bulunmak isteyen Müslümanlar, bugünden farksız, belki de daha şiddetli bir vicdan muhasebesi ile karşı karşıya kalacaklardır. Filistin ve Gazze için somut hiçbir adım atamayan bir Müslüman, gelecekteki Kudüs ziyaretini “hangi yüzle yapacağını” yüzlerce kez hesap edecektir. Ve sonunda yüzüne bakamayacağı, bakmaktan utanacağı kardeşlerini görmektense “gitmemeyi”, “gidememeyi” bir samimiyet hali olarak kendilerinde bulacaklardır. Kudüs sevgisini, muhabbetini, özlemini bir ömür sadece kalbinde taşıyacaklardır.
[1] Bu yazının yazılmasından kısa bir süre sonra, 9 Nisan 2024 tarihinde T.C. Ticaret Bakanlığı İsrail’e ihracatı yapılan 54 kalem ürüne ticaret kısıtlaması getirildiğini açıkladı.