İnsanın Anlam Arayışı ve Ahlaki Tefekkür

Anasayfa » Fikriyat » İnsanın Anlam Arayışı ve Ahlaki Tefekkür
İnsanın Anlam Arayışı ve Ahlaki Tefekkür

İnsanın Anlam Arayışı ve Ahlaki Tefekkür

Ömer Türker[1]


İnsan, diğer  canlılardan farklı olarak kendine ilişkin bir farkındalığa sahiptir. Başka canlılarda da düşük de olsa bir  benlik idraki varmış izlenimine kapılırız ama insanı farklılaştıran asıl unsur farkındalığının farkında olmasıdır. İnsandaki ben idrakinin içe dönük ve dışa dönük olmak üzere iki temel yönü vardır. İçe dönük tarafıyla insan, kendi varlığını idrak edip kendisine ilişkin bir tahayyüle sahip olur. Kendisinin konumuna ilişkin sahip olduğu bu ayıklık, kendisine  dair bir sorgulamayı doğurur.  İdrakin dışa dönük tarafıyla da insan, böylesine bir ayıklık ve  farkındalığın farkına varma durumunun,  başka nesnelerde de olup olmadığını tartar. Bu ikinci kısım oldukça önemlidir.  İnsanın diğer canlılarla benzeşen ve ayrışan taraflarının tam olarak kavramasını bu yönü sağlar. Yani bazen şöyle cümleler  duyabilirsiniz: “Biz hiç bardak  olmadık ki bardak olmanın nasıl bir şey  olduğunu bilelim.” Benzer şekilde “Biz hiç tavuk olmadık. Tavuklar nasıl kendilerini idrak ediyor, bunu  bilmiyoruz.” Evet, biz tavuk olmadık. Fakat insanın benlik  idrakinin ya da kendisine dair  farkındalığının bir özelliği vardır: Bu  farkındalık küllidir. Yani  insan sadece kendisini idrak etmek ile kalmaz. Dışa dönük tarafı      insana, başka  nesnelerde bu farkındalığın ne düzeyde ve  ne kadar olduğunu anlama ve ölçme kabiliyeti sunar. Bu nedenle dikkat ederseniz dünyadaki  bütün diller aynıdır. İnsan düşünme mekanizmasını ifade  eden en doğrudan vasat olarak dil, bütün  insanlarda aynı şekilde işler. Yani benlik idrakinin külliliği sebebi ile dünyanın en gelişmiş diliyle en ilkel  dili arasında eşyayı  tek tek değil de bütüncül ve tümel bir  şekilde kavrama konusunda hiçbir fark  yoktur. Fark yalnızca temsil edilen nesne  sayısında ya da adlandırılan kelime  sayısında, dolayısıyla kelime dağarcığındadır. Hiçbir  medeni  kabiliyeti gelişmemiş bir toplum düşünün, bir de uluslararası  evsafa sahip olmuş bir toplumun dilini  düşünün; ifade kabiliyetleri itibariyle tamamıyla  aralarında fark yoktur. Hiç kimse tek tek nesneleri adlandırmaz.  Örneğin su içtiğimiz kabı, en ilkel dil de en gelişmiş dil de bardak ya da bu anlama  gelen başka bir kelime ile ifade eder. Kelime tümeldir. Bunun sebebi insan idrakinin dışa bakan  yönünün, nesneleri kendisinin parçası  haline getirmesidir. İnsan idraki nesneleri mas eder.  Böylece insan, nesneleri kendisine mal etme ve bu şekilde nesneleri kendi parçası  haline dönüştürme özelliğine sahiptir. Bu  anlamda benlik, insanı tanımlayan en asli  unsurdur. Farkındaysanız bütün cümlelerimizin  öznesi bendir. Bütün cümlelerimizin  öznesi olan bir benlik idraki ile donatıldığımız için benlik idrakini çıkardığımız   zaman geride insan denen bir şey kalmaz.

Ben idrakinin ortaya çıkardığı çok temel bir durum  var.  Bir nesnenin ben idrakine sahip  olabilmesi için  kendisini başka nesnelerden ayrıştırması, ayrımı zihninde belirginleştirmesi ve diğer nesneler  arasında kendisine bir konum tayin  etmesi gerekir. Bu durum insana varlığını,  davranışlarını, bu alem içerisindeki  konumunu sorgulama, bu sorguyu  derinleştirme ve başka bütün  faaliyetleri ile ilişkilendirme imkanı  sunar. Bütün bu sorgulamayı  sadece imkan olarak da sunmaz, aynı  zamanda bunu dayatır. Bu ikinci kısım oldukça önemlidir: Benlik idraki insana sadece bahşedilmiş bir  imkan değildir. Aynı zamanda insanın kendisini mecbur  hissettiği, içinde bulunduğu şartlar  gereği zorunlu bir şekilde itildiğini  hissettiği bir durumdur. Varoluşunu sorgulama ve anlamını kavrama  çabasıdır. Bundan dolayı yine  dildekine benzer bir şekilde dünyadaki bütün toplumların  metafizik bir dağarcığı, yani  varoluşun anlamına ilişkin bir dağarcığı vardır. En ilkel kabilenin de en gelişmiş toplumun da unsurları birbirine  çok benzer. Yapı taşları itibariyle neredeyse aynı  dini tefekkür vardır. Zaman zaman dinlerin icra  kabiliyetleri arasında çok büyük  farklılıklar ortaya çıkar, böylece bazılarının  insana sunduğu ya da topluma sunduğu  imkanlar diğerlerinden daha fazla olsa da ulvi bir varlık kavrayışı,  alemin bütününe ilişkin bir tasavvur,  varoluşu açıklama çabası ve insanın  bütün bu tasavvurda kendini bir yerde konumlandırışı noktasında, bütün  toplumların bir metafizik dağarcığı vardır. Bu bağlamda insanın kendi varlığına ve diğer nesnelerin  varlığına ilişkin soruşturması, insan  zihninin  araçsallaştıramadığı, belli bir  araca dönüştüremediği, yani belli bir  malzemeye dönüştüremediği ama  üretimlerinin tamamına sirayet eden bir  vüsata sahiptir.  İnsan bu metafizik dağarcığı, araçsallaştıramadığı, onu bir alet olarak gösteremediği gibi, alet konumuna da indiremez, yani başka davranışlarının payandası haline getiremez. Bütün davranışlarına sirayet  eden asli bir unsur olarak bulunur. Max Weber’in “Bütün insan  bilimleri dağarcığı  metafiziğin topluma uyarlanmış halidir.” cümlesi bu noktada önemli bir yere sahiptir.  Burada metafizik derken büyük filozofların temsil ettiği yüksek tefekkür de anlaşılabilir ama aynı  zamanda her bir bireyin şu veya bu  ölçüde katıldığı bir  varlık tefekkürü de anlaşılabilir. Bu bağlamda erken mutezileden bazı düşünürler  tanrıyı bilmenin zorunlu olduğunu,  Allah’ın varlığına ilişkin insanda  zorunlu bir idrakin ortaya çıktığını  ifade etmişlerdir. İnsanın içinde bulunduğu koşullar her ne olursa olsun,  yani insan çok ağır şartlarda bulunduğunda da ya da kendisi açısından çok melanet kabul  edebileceğimiz durumlarda bulunduğunda  da benlik idrakini kaybedemiyor. İstese de devre dışı bırakamıyor. Benlik  idrakinin insana dayattığı en önemli  unsur ise insanın bu varlık alemindeki yerini  sorgulayıp ulvi bir varlık idrakine ulaşabilmesidir. İnsan zorunlu  olarak buna itilir. İnsan benlik idrakinin neden olduğu bu sonucu devre dışı bırakamıyor, yani ısrarla görmezden gelip bunu devre  dışı bırakmaya çalıştığı durumlarda bile bununla ilgili ana dağarcığını başka  alanlara uyguluyor. Örneğin toplum bilime ya da  başka  alanlara uyguluyor. Sürekli başka  nesneler yaratıyor. Peygamberi inkar ediyor, yerine sanatçı koymak ihtiyacı  duyuyor; tanrıyı inkar ediyor, yerine bir  bilgi dağarcığını koyma ihtiyacı  duyuyor ya da bilimi tanrılaştırıyor. Yani metafizik olan insanın cismani  yapısının sınırlarının ötesine taşan idraki, olumlu ve olumsuz taraflarıyla, varoluşunun bütününe ve davranışların tamamına sirayet ediyor. Ya arzulanan ve insanın kapasitesinin  temsil edecek bir şekilde ya da bu kapasiteyi  minimize edecek, yerin dibine batıracak  şekilde. Şu veya bu şekilde varoluşa  ilişkin idrak, bizim peşimizi bırakmıyor. 

Bu idrakin davranışlarımız açısından en önemli sonucu, insana iyi  ve kötü  farkındalığını vermesidir. Davranışların değerlere konu olmasına ilişkin farkındalık, ben idrakinin bir sonucu olarak elde edilmektedir. Bu nedenle ahlak  sadece bedensel bir yapıdan doğmamaktadır.  Bir aslan ceylanı yediğinde, onu katillikle  suçlamıyoruz çünkü ahlak sadece bedeni olan bir canlıdan doğmaz. İster bedenden bağımsız bir  ruhu kabul edin, ister bu bedenle kaim  olan bir ruhu kabul edin, ister ruhu  tamamen reddedin ya da isterseniz de insan zihninin  beden üzerine hakim olduğunu  kabul edin; şu veya bu şekilde insanın, davranışlarının iyi ve kötü olduğunu takdir eden bir varlık olduğunu kabul etmek zorunda kalınır. Yani  davranışlarımıza, iyilik ve kötülük  anlamlarını katıyoruz. Bu anlamda davranışların kendisinde iyilik ve  kötülük yoktur. Hırsızlık, zaman zaman helal kazançtan  daha zahmetli olur. Hareketlerin tamamı aynı olmasına rağmen bir davranışa iyi,  diğerine kötü diyebiliriz. Ahlak bu anlamda  fiziksel olanla, yani hareketin kendisiyle  temellendirilebilir bir şey değildir. Ahlak  ancak  fiziksel olanla  akli olan çatıştığında, yani arzu ile akıl arasında gerilim yaşadığında  ortaya çıkar. İnsanda bir akıl ve aynı zamanda  aklı  davranışlara ulaştıracak bir irade yoksa  ahlaktan bahsedemiyoruz. Bu sebeple ahlak için birinci temel  şart, aklın,  kendisinin ve başka nesnelerin  farkındalığına sahip olmasıdır. İkinci temel şart ise bu farkındalığı  hareketlerimize sirayet ettirecek  bir anlama  dönüştürmesidir. İkinci temel şartın gerçekleşmesi ise irade ile mümkündür. Yani  irade olmadığı takdirde aklen kavradığımız anlamları, davranışlara ulaştıramıyoruz. O nedenle de aklımızdan davranışa  ulaştırdığımız anlama bağlı olarak,  davranışa, iyiliğin ya da kötülüğün  türlü isimlerini verebiliyoruz, yani  davranışlar arasındaki farklılık, zihnimizden ona ulaşan anlama  göre şekilleniyor. Bu tıpkı bir aleti  yapan insanın, zihnindeki anlamı o  maddeye yedirmesi gibi bir şeydir. Örneğin bir  mikrofon, sesi iletme işlevi görüyor. Burada mühendis mikrofona zihnindeki anlamı, sesi iletmeyi mümkün  kılacak şekilde yedirmiştir. Normalde mikrofon demir ve plastik aksamdan müteşekkil bir şeydir.  Ancak mühendis bu malzemeyi öyle bir hareketle  düzenliyor ki zihnindeki anlam bu  malzemeye intikal ediyor. Ahlak da böyle. Zihindeki anlam zorunlu olarak bu  davranışa sirayet ediyor. Esas gelmek istediğim nokta ise şurası:

Davranışlarımızda hakiki anlamda ahlaki tefekkürün görülebilmesi için insanın diğer canlılardan farklı olarak  külli bir gayeye sahip olması icap eder. Yani insanın, bütün idrakini ve davranışlarını  bir gayeye göre değerlendirmesi gerekir. Nihai bir gaye yoksa  davranışlar arasında hiyerarşi bulmamız  imkansızdır. Bir  davranışı diğerinden üstün tutabilmemiz  için bir gaye olmalıdır. Şunu demek istiyorum: Gaye  olmadığı takdirde yetkinlik kavrayışı  ortaya çıkmıyor. Kemal kavramı yoksa, ahlak mümkün değildir. Yani biz daha iyi bir insan olmak için, daha iyi  yaşayabilmek için ahlaklı oluruz. Ahlaklı  olmanın mukabili ne ise, ahlaksız  durumlardan daha üstün sayarız. Ancak ahlak, kural değildir. Evet, ahlak aynı zamanda kurallardan oluşur ancak kurallar ahlak değildir.  Çünkü kural koymak esasen insana özgü bir davranış  değildir. Toplu halde yaşayan bütün canlıların  kuralları vardır. Bütün canlılarda bir arada toplu bir şekilde yaşıyorlarsa hiyerarşik bir  yapılanma vardır. Hatta bir arada  yaşamayan canlılarda bile kurallar vardır.  Mesela çitalar ya da kaplanlar, toplu halde yaşamazlar. Sadece üreme mevsimlerinde bir araya gelir ve ardından ayrılırlar. Onun dışında tek başına  yaşarlar ama hayvanlarda hakimiyet alanı kavramı vardır. Bir  alanı işaretlerler ve başka bir hayvan onların alanına girdiği zaman onlarla dövüşmeyi göze almak zorundadır. Kargalar gibi bazı uçan hayvanlarda ve sırtlanlar gibi memeli hayvanlarda  görülen aile hayatı, yani klan hayatı, son derece  karmaşıklaşmış kurallara sahiptir: Liderliğin  esasları vardır. Aileye katılmanın şartları  vardır. Ailenin bakıcısı işlevini gören  üyeleri vardır. Sırtlanlarda hiyerarşik olarak avdaki başarılarına göre yükselme kavramı vardır. Yani hayvanlar da hiyerarşik olarak yükselir. Bu sebeple kural koymak insani bir şey değildir. Bir arada yaşayan bütün canlılar bir arada yaşamayı idame ettirebilmek için kural koyarlar ama o kuralların maksadı söz konusu düzenin devam ettirilmesi sebebiyledir. Ancak kurallardan maksat, bir düzen içerisinde bulunan üyelerin yetkinleşmeleri değil halihazırdaki konumlarından daha üst bir mertebeye ulaşmalarıdır. Kemale  ermek değildir. Örneğin en alt sınıfta olan  bir sırtlan önce bakıcılık yapıyor, sonra  avlara katılıyor ve başarısına göre yavaş yavaş  yükseliyor.  Yani hedefi üst bir hiyerarşiye doğru çıkmaktır. Üst bir yer hiyerarşiye çıktıkça  sorumlulukları azalıyor fakat sahip olduğu maddi nimetler  artıyor: Avdan pay alma oranı  değişiyor vs. İnsanlarda da bu böyledir. Ancak sadece kural  koyar isek o kuralların idame ettirmeyi  amaçladığı düzen içerisinde;  varlığımızı  sürdürme, o düzenin içerisinde hiyerarşik  mertebeleri katetme ve belli bir  seviyeye gelmeyi başarabiliriz. Bu çok hayvani bir şeydir. Çünkü var olma çabası, sadece insanlarla ilgili bir durum değildir, var olan  her şeyle ilgili bir durumdur.

İnsan da var olmayı sürdürmek ister ama insanın bütün canlılardan farkı içinde bulunduğu şartları, hiçbir zaman bulunmadığı, bulunmasını muhtemel kabul ettiği durumlara göre  değerlendirmesidir. Yani  mead bilgisine, öte dünya idrakine sahip olmasıdır. Bu sebeple insanın farkı, öte dünya ve bu dünya hakkındaki  idrakini hiçbir zaman şahitlik  etmemiş olduğu  varoluşun başlangıcına dair idrakiyle düzenlemesi, yani mebde ve mead bilgisi  ile içindeki şartları değerlendirip, takdir edip, bütün davranışlarını buna  göre düzenlemeye çalışmasıdır. Ahlak tam olarak burada ortaya çıkar. Bu nedenle mebde ve mead idraki olmayan  bir insanın ahlakından değil kurallarından bahsedebiliriz.  Bir insanda mebde ve mead idrak yoksa, o insanda gerçek anlamda ahlaktan  bahsedemeyiz.  Teorik düzeyde bahsedilememesine karşın pratik düzeyde bahsedebiliriz. Çünkü bütün toplumlarda din vardır, yani bütün toplumlarda mebde ve mead idraki  vardır ve bu idraki taşıyan en önemli vasat dildir: İnsanlar  hangi toplumda olursa olsunlar bir dili öğrendikleri için mutlaka iyi ve kötü  idraki ile büyürler ve ahlaklı bir  yaşam sürdürebilirler. Ancak mebde ve mead idrakine kendisini kapatan bir insanın veya toplumun, teorik olarak ahlak ile  bağlantısı kesilir. O nedenle hukuk  düzeni güçlü değil ise yok olur gider. Yani hukuk düzenini güçlü tutulmadığı taktirde toplum varlığını idame ettiremez. Kendi  kendini yağmaya açık hale getirir. Üyeleri tarafından kendisinin  yağmalanmasına açık bir duruma düşer. Bu  sebeple ahlaki tefekkürün nirengi noktası, dayandığı ana esas varoluşa  ilişkin tefekkürdür.

Varoluşa ilişkin  tefekkürün üç ayağı vardır. Başlangıca,  içinde bulunan duruma ve geleceğe  ilişkin tefekkür. Bunların hepsini  varlığın bütününe dair bir idrak olarak  adlandırabiliriz. Ahlak ancak bu idrak zemini üzerinde yükselir ve  ahlak yükselirken yukarı doğru yükselmez,  aşağı doğru yükselir. Bu çok ilginç bir durumdur. Ahlak  varoluşa ilişkin idrakin üzerine kurulur  ama yukarı doğru çıkmaz. Varoluşa ilişkin idrakte derinleşme  üzerine ilerler. Ahlakın sadece kökleri değil ahlakın  dalları ve meyveleri de bu idrakin  kendisini kuşatma, derinleştirme ve  insanı sahip olabileceği bu vüsate ulaştırma çabası güder. Ahlak bu nedenle karşımızda bir ağaç olarak durmaz. Ahlak bir yeraltı filizi gibi durur. Davranışlar onun bir  yansıması olarak takip edebilir durumlar halinde karşımıza çıkar. Hedefleri, bu vüsatı, ne kadar iyi kavrar ve ona doğru ilerleme  çabası güdersek ahlak o denli derinleşir. Ahlak o denli insanı, insanlıkla ilgili  kemal olarak addedebileceğimiz seviyeye  doğru ulaştırır. Aksi halde hayatımızı idame ettiren kurallar bütünü içerisinde  yaşayabiliriz. Esasen bundan dolayı ateizm ve teizmin teorik olarak ahlakı bulunamaz. Pratikte ahlakları vardır. Pratikte  ahlakların olmasının sebebi de dilin kadim ve vasat bir kültür olması ve dil tarafından kadim idrakin taşınıyor olmasıdır. Edebiyat, şiir, sinema, moda da bu aktarımdan bağımsızlaştırılamaz. Bu  nedenle hayatın bütününe sirayet etmiş  bir metafizik idrak olduğundan ve dil de  bunu taşıdığından insanlar mutlaka şu veya bu şekilde iyilik ve kötülük  ölçütleriyle donanırlar ama  zihnini varoluşa ilişkin tefekküre kapatmış bir insanın teorik olarak ahlakının olması mümkün  değildir. Bu sebeple bu yönelimler ahlaki yetkinlik bakımından üzerinde durulacak matah bir düşünce değildir. Ahlak ancak bu zeminin farkına  vardığımız ve davranışlarımızı buna göre  yönetmeye çalıştığımız takdirde,  anlaşılacak, kavranılacak ve derinleştirilecek bir şeydir. Bu nedenle ahlak aynı zamanda sadece  davranışla, davranışları  tekrarlamakla da ilerletilebilir bir şey  değildir. Ahlak, idrakte derinleşildiği takdirde derinleşecek bir  şeydir. Çünkü insan robot değildir. İnsan aynı davranışlarını sürekli olarak tekrar ederek daha ahlaklı bir insan olamaz. İnsanın daha ahlaklı olabilmesi için  davranıştaki incelme ile zihnindeki  incelmenin, derinleşmenin eş zamanlı  olarak ilerlemesi gerekiyor. Bu nedenle  insanlığın ufkunu ifade eden büyük  şahsiyetlerde her ikisini de görüyoruz. Mesela çok yanlıştır; tasavvuftaki kemalin davranışlarla olacağını düşünmek.  Tefekkürle yönelimin olmadığı bir  davranış ile yetkinleşme çabası beyhude  bir çabadır. Bu çaba insanı sadece belli sınırlarda tutar. İnsan Allah’a ancak tefekkürle  yöneldiği zaman davranışlarındaki anlamı derinleştirip  kemale erebilir. Yani daima fikirle yönelmek asıldır. Bu sebeple varlıktaki tutunduğumuz zemini  kaybedersek davranıştaki anlamları da gideceğinden, davranışların gerekçeleri de ortadan kalkar. Niçin öyle ya da böyle yaptığımız bizim tarafımızdan anlaşılmaz  hale gelir. İslam ümmetinin modern  dönemdeki en ciddi sıkıntılarından bir  tanesi budur: Bu zemine ilişkin farkındalığın  neredeyse unutulmaya yüz tutmuş olması. Böylece elimizde kalan sadece davranışlara ilişkin kurallardır. Kurallar anlamlardan  bağımsızlaştırıldığı zaman niçin devam  ettirilmek zorunda olsun ki? Bir tek  gerekçesi olabilir: Düzeni devam ettirmek. Peki düzenin devamı için bu kurallara mecbur muyuz? Mecbursak sürdürürüz değilsek terk ederiz. İçinde yaşadığımız mevcut  düzenden bağımsız bir  davranış  telakkisi ancak onu aşan ve onu da  anlamlandıracak ve şekillendirecek derinliğe sahip bir kemal  kavrayışıyla mümkündür. Bu kemal  kavrayışının zemini, varlık  idrakidir. Bu zeminden koptuğumuz zaman  bütün bu unsurları elimizden bir bir kaybederiz.

[1] Prof. Dr., Marmara Üniversitesi, Felsefe ve Din Bilimleri Ana Bilim Dalı Öğretim Üyesi (om.turker@gmail.com)

İlgili Makaleler

Yorum bırakın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Son Yazılar

Kategoriler

Etiketler