Mehmet Yetim**
Bir meseleyi anlama, anlamlandırma çabaları insanın her zaman benliğinde olan bir keşfe ve cevaplandırma sürecine karşılık gelir. Belirli kesimlerin daha çok üstüne düştüğü bir eğilim olarak meseleleri mesele edinmek, kendine bir dert bulup gelen kişilerin nasibine düşmüştür. Bütün bunlar tarihin akışı içinde kimisinin entelektüel şehvetine kimisinin ontolojik arayışlarına kimilerinin de türlü türlü sayacağımız amaçlarına dönük bir eylem olagelmiştir. Niyetler bahsinde ayrılan eylemlerimiz yolun başında bizleri ötekilerden ayırmaktadır. Gelgelelim gençliğin en önemli zaman dilimi olan üniversite dönemlerinde kişilerin; kimlik kazanma, ‘politik’ bir duruş gösterme, toplumsal olayların içinde yönlendirici bir aktör olma durumları, giderek kaybolmaktadır. Bugün, üniversite gençliğinin giderek her anlamda çocuksulaştığı bir yere doğru gitmekteyiz..
Her ne kadar bir anlamsızlık girdabı gençlik dönemini kuşatmış olsa da anlama üzerine bir mücadele hep var olagelmiştir. Bu doğrultuda İlmi Düşünce Mektebi bünyesinde Adem Ceylan riyasetinde İslamcılık Okumaları üst başlığında bir program dizisi gerçekleştirildi. Ceylan’ın hafıza/geçmiş aktarımlarından geleceğe ışık tutan entelektüel ufkuyla beslediği bu program dizisinde anlamlandırmaya çalıştığımız İslamcılık mefhumunu nasiplenebildiğim kadarıyla bir katılımcı gözünden aktarmaya çalışacağım.
Bir meseleyi anlamak, ciddi emek gerektiren bir süreç. Bir şeyin sadece bir parçasını bulmakla hakikati bulduğunu sanan kişiler genelde meselelerin anlaşılamadığı bir yerde bulurlar kendini. Türkiye’de İslamcılık tartışmaları da bu büyük yanılgıdan nasibini almıştır. Bu tartışmalar kişilerin elinde tutup kullanmak istedikleri bir oyuncak haline gelmiştir. Herkesin kendini inandırmak için tutup çektiği bir arızi durum.
İDM’de gerçekleştirilen İslamcılık Okumaları parçacıl bakış açılarını aşarak sahih ve bütüncül bir İslamcılık yorumuna erişme iddiası bakımından kıymetli bir yere sahiptir. İslamcılığı, bir karşı koyuş olarak, müslümanların bir iradesi, bilinci ve varoluş ikamesi olarak tanımlayabiliriz. Her tanım gibi bu tanım da kavramımızı sınırlandırsa da İslamcılık, müslümanca bilincin tarihin her döneminde inşa ettiği bir idraktir. Bu deyiş külli bakımdan onaylanabilir olsa da Tarık Zafer Tunaya’dan Mümtazer Türköne’ye oradan Ali Bulaç, Kemal Karpat, Yasin Aktay Akif Emre, Sadık Albayrak, Şerif Mardin, Namık Kemal ve Said Halim Paşa’ya varıncaya dek sayabileceğimiz şahsiyetlerin yaptığı birçok tanım mevcuttur.
1699 Karlofça Antlaşması Batı karşısında İslam dünyasının mağlup pozisyonunu tescil eden bir anlaşma olmuştur. Bunun neticesinde de Müslümanların problemleri üzerine sorgulamalar daha belirgin hale gelmiştir. Çeşitli yönlerden kuşatma altına giren İslam dünyası çok ciddi bir krizin içerisine girmiştir. Son olarak hilafetin kaldırılışı ile de sürecin zirve noktası yaşanmıştır. Müslüman toplumlar ise bu mağlup kalış ve çözülüş karşısında Batı’ya türlü türlü cevaplar üretme ve çıkış yolları aramaya çalışmıştır. İlk ortaya çıktığında sadece askeri alanda var olan tehdit şimdi eğitim, hukuk, iktisat, maliye gibi birçok alanda kendini göstermişti. İşte İslamcılık fikri ile burada moderniteyi aşan bir paradigma ortaya koyulmak istenmiştir.
Modern hareketler diyebileceğimiz birçok akım bu ortamdan çıkmıştır. Müstemleke olmayı reddeden; izzetin ve şerefin Allah’a ve Rasülüne uymakta olduğuna inananlar, modernite karşısında İslam düşüncesinden referanslarla başkaldırı durumunda idiler. Bu amaçla birçok hareket ve kişiler öne çıkmaktadır. Abduh’tan Mevdudi’ye, el-Benna’dan Kutub’a varıncaya kadar birçok isim hafızalarda yer etmektedir. Bu coğrafyalardaki Müslümanlar işgalden kurtulma, halkların uyanışı, pasifize olmanın getirdiği fikri tıkanıklığı aşma derdinde idiler. Bu amaçla birçok direniş hareketleri ortaya çıkmış, ilim sahipleri birçok eser yazmıştır. Kısıtlı özgürlüklerine ulaşan bu coğrafyalarda hareketlilik Anadolu’ya göre daha canlı seyretmiştir diyebiliriz.
Türkiye Müslümanları uzun yıllar süren sindirme operasyonlarının pençesinde kalmıştır. Bu tarihlerde belli yıllara kadar tamamen silinmek istenen Müslüman Anadolu kimliği, Kemalist hegamonyanın kısmen sona ermesinin akabinde daha belirgin hale gelen tercüme hareketleriyle farklı kaynaklardan beslenmeye başlamıştır. Farklı coğrafyaların birikimlerinin sindirilmesi uzun yıllar almıştır. Tercüme hareketlerinin etkisiyle tanımlamalar farklılaşmış, yer yer radikalleşmeler de görülmüştür. En temel Müslümanca yaşam temalarını kazanmaya çalışan İslamcılık, yıllarca ezanın Arapça okunması, kamusal alanda Müslümanca görüntü, okullarda dini eğitim gibi meselelerle uğraşmıştır. Uzun yıllar verilen mücadeleler sonucunda kazanımları korumaya dönük inşa edici çalışmalar devam etmektedir.
Darbelerle sürekli yazılmaya çalışılan ‘İslamcılık öldü’ hikayeleri darbeci hayallerin/generallerin hikaye olmasıyla sonuçlanacaktır. Her ne kadar birileri İslamcılığı bir yerlere sınırlayarak, referans göstererek tasfiye etmeye çalışsa da…
İslamcılığın çıkış noktasını Afgani, Abduh, Reşit Rıza ve onlardan sonra gelen Mevdudi, Seyyid Kutub gibi isimler dolayısıyla Arap coğrafyasına ve Hint-alt kıtasına dayandıran kişiler vardır. Önemli bir kesim bu şekilde düşünerek İslamcılığı kökü dışarıda/yabancı olarak tanımlamaktadır. Sarf edilen bu açılım ile bu coğrafyaların kolonyal bir sömürgeleşme/işgal sürecine maruz kaldıkları ve bundan dolayı da epistemolojik bir krizin içinde olduklarını iddia etmektedirler. Bu durum içindeki kişilerin de bundan dolayı ‘yerli’ olamayacakları ve fikirlerinin de inşa edici nüve barındıramayacağı ifade edilerek bir yabancılaştırma söz konusu edilmektedir.
Meselelere bakış açımız sınırlara takılı kaldığı müddetçe zihnimiz mayınlı arazilere takılı kalabilir. Habis niyetleriyle bize yutturulmaya çalışan müstekbirlerin döşediği sınırlar… Ancak şu gerçeği kimse görmek istemez; imparatorluk bakiyesi Anadolu toprakları 1924 tarihi itibariyle kendi evlatları tarafından kendi kendini sömürgeleştiren, geçmişiyle bağını her şeyiyle koparmaya/yıkmaya çalışan şedid bir dönem geçirmiştir. Müstekbirler tarafından aşılamayan Anadolu toprakları uzun yıllar kendi içerisinde hafızasızlaştırma dönemi geçirmiştir. Kendi içimizdeki bu kronik duruma ne demeliyiz? Epistemolojik krizleri, gerçeklikliğinden şüphe etmediğimiz vahiy temelli bir çıkış ile mi aşacağız yoksa müstekbirlerin çizdiği sınırlara göre mi?
Bu şekilde yersizleştirilmeye çalışılan İslamcılık Osmanlı’da devletin gündeminde olmuştur. Koçi Bey risalelerinde de açıkça görüldüğü üzere mağlupluğun nedenlerini her zaman araştırılmış, devletin Kanuni Dönemi’ne kadar dayandırılan sorun kaynaklarının sebepleri üzerine birçok yazılı kaynak ortaya koymuştur. Mağlup olma pozisyonunun sebepleri ve çıkış yolları devletin en üst kademesinde sürekli gündemde tutulan bir mesele olagelmiştir. Lale devri ve akabinde Nizam-ı Cedit hareketleri mağlupluğa karşı bir direnç olarak karşımızdadır. Bu tür teşebbüsler ‘geleneksel’ kişiler tarafından sekteye uğratılmıştır. Devletin ortaya koyduğu çözüm önerisinin isabetli olduğu çok sonra anlaşılacaktır. Askeri alanda yenilen devlet, askeriyeyi ıslah etmeye çalışmıştır. Ne yazık ki istenilen tecdit hareketleri tecdit karşıtı kişilerce engellendi ve yakalama çabaları sonuçsuz kalmıştır. En son olarak da hilafetin kaldırılışı ve devletin rejim değişikliği ile yeni bir merhale açılmıştır.
İdeojiler üstü bir hareket olarak İslamcılık, moderniteye karşı olan ve dünya halklarına umut teşkil edebilecek bir çıkış yolu olarak durmaktadır. Dünya düzeninde adalet, huzur, insanın onurunun korunması gibi başat konuların İslam düşüncesi ile aşabileceğimize inanıyorum. Bu okumaları düzenleyen İDM’ye ve Adem Ceylan’a teşekkür ederim.
* Bu Metin İlmi Düşünce Mektebi’nde Adem Ceylan’ın yürütücülüğünde gerçekleştirilen “İslamcılık Okumaları” Okuma Grubu kapsamında kaleme alınmıştır.
**Mühendis, Necmettin Erbakan Üniversitesi