EDİNİM TOPLUMU BİZİ TÜKETİYOR! DAHA FAZLA OYUN OYNAMAMIZ LAZIM

Anasayfa » Fikriyat » EDİNİM TOPLUMU BİZİ TÜKETİYOR! DAHA FAZLA OYUN OYNAMAMIZ LAZIM

EDİNİM TOPLUMU BİZİ TÜKETİYOR! DAHA FAZLA OYUN OYNAMAMIZ LAZIM


Yazar: Alec Stubbs1

Çeviri: Yusuf Şahin2

“Bu, kişisel gelişime dönüşten çok daha fazlası ile ilgili, kapitalizmin üretkenlik takıntısını reddetmek için yapısal değişiklikler gerekli.”

Bizler işe takıntılıyız. Bu durum kimliklerimizi şekillendiriyor, hayatımızın yapısını oluşturuyor ve hayattaki amacımızı belirleme yolunda bize rehberlik ediyor. Amerikalılar olarak işimiz ne ise biz de oyuz. Edinimlerimiz ve üretkenliğimiz, bizi sadece tanımlamakla kalmıyor aynı zamanda onlarla başarının ve mutluluğun yolunun açıldığına da inanıyoruz. 

Koreli Alman filozof Byul Chul Han’a göre çağdaş kapitalist toplum, edinim toplumuna dönüşmüştür. Bu toplumun özneleri olan bizler, edinim toplumundaki edinim öznelerine dönüşmüş durumdayız. Edinim toplumunun bireyleri olarak mustarip olduğumuz şey, içselleştirdiğimiz o daha fazlasını yapma, daha fazlası olma ve daha fazlasına sahip olma baskısıdır. Farkında olsak da olmasak da omuzlarımızdaki başarı ve başarısızlıkların birey olarak bize ağır geldiği kapitalist bir çalışma etiğini benimsedik. Edinim toplumunun başlıca sonucu, sürekli elde etme baskısından kaynaklanan duygusal, bilişsel ve fiziksel yorgunluktan doğan tükenmişliktir. 

O halde Han’a göre günümüz dünyasında “benlik” artık bir konu değil projedir. Bu bağlamda benlik, optimize edilecek, maksimize edilecek, verimli hale getirtilecek, üretkenlikle elde edilen çıktının sahip olduğu kapasite için yetiştirilecek bir şeydir. Buradaki asıl endişe, hayattaki bütün yapıp etmelerimizin özgeçmişimizdeki birer satır çizgileri olarak görülmesidir. Bunun sonucunda bilerek veya bilmeyerek sürekli “şu anda yaptığım şey üretken olan benliğimin mümkün en yüksek halini nasıl etkiliyor?” sorusu tarafından yönetilme riskiyle karşı karşıya kalıyoruz. Bu zihniyet, kişisel ve özel anılarımıza dahi sızmıştır. Her seçim ve eylemimiz, kişisel gelişim ve kendini geliştirme oyunundaki stratejik bir harekete dönüşüyor.

Bence Han, konuyu genel hatlarıyla incelese de şunun farkındadır: çağdaş ekonomide yaptığımız iş, ziyadesiyle bireyselleşmiştir. Akıllı telefonlarımızla gittiğimiz her yere işimizi taşıyoruz. İşimize her an bağlanabilme potansiyelimizin olması, hayatımızdaki tüm anların potansiyel bir çalışma anı olduğu anlamına geliyor. Gig ekonomisinde çalışanlardan -bu ekonominin onlara çalışmaları için uyguladığı baskıları hissederken bile- kendi işlerinin patronları olmaları isteniyor. Sosyal medya profillerimiz, başarı ve edinim imajı vermek için düzenleniyor, mümkün olan en optimize halimizin birer yansıması oluyor.

Tüm bunlara rağmen edinim toplumunun sahte olduğunu görmek zor değil. 1970’lerden beri üretkenlik, Amerika işçilerine yapılan ödeme oranının 3,5 katı büyüdü. 1980’lerin sonundan beri güvencesiz istihdam, %9 oranında yükseldi. Buna bağlı olarak işgücünde olağanüstü seviyelerde tükenmişliğe şahit olduk. Kısacası bizler düşük ücretli, kendine güveni kalmamış ve tükenmiş bir haldeyiz. Fakat edinim toplumu daha fazla üretkenliği, daha fazla etkililiği ve daha fazla kendini geliştirmeyi emredici pozisyonundan hiç taviz vermiyor. 

Sorun şu ki edinim özneleri olarak sadece kendimizi yormakla kalmıyor, aynı zamanda hayatımızın anlamını ve değerini de her zaman erteliyoruz. Hayalimizdeki işe, mükemmel bir eve, mümkün olabilecek en iyi hayata sahip olduğumuzda yani yeterince üretken, yeterince verimli, yeterince başarılı olduğumuzda ancak o zaman bir “anlam” a ulaşacağız. Fakat o zaman da tıpkı Tartarus’ta Tantalos’un3 elinden kaçan meyve gibi, anlam da dokunamayacağımız bir yerde kalır.

Alman filozof Moritz Schlick (1882-1936), hayata karşı böyle bir yaklaşımın hata olduğunu gösterir. Hayatın Anlamı Üzerine (1927) adlı çalışmasında Schlick şunu söyler: ‘Endüstriyel çağımızın büyük müjdesi olan işin tanrılaştırılmasının putperestlik olduğu açıktır.’ Schlick, yaşamın gerçek anlamının yalnızca kendileri için istenip var olan, tatminlerini sadece kendilerinde taşıyan, özgür amaçsız olup kendisinde amaç taşıyan şeylerde ve eylemlerde bulunabileceğini iddia ediyor… Bu bakımdan Schlick için hayatlarımızın gerçek anlamı yalnızca oyunda bulunabilir.

Oyun, “ototelik aktivite” olarak adlandırılan, yapılma amacını sadece kendi içerisinde taşıyan bir aktivitedir. Oyun içerisinde yapılan şeyin kendi amacı onun zatındadır. Bir oyunda onun zatı dışında başka bir amaç gözetilmez. Oyun oynarken, aktivitenin içinde bulunan tutku ve neşe ruhu tarafından yönlendiriliriz. Oyun içerisinde, dışsal ödüller ya da harici araçlarla motive olmayız. Üretken olmak ya da kendimizi optimize etmek için de oyun oynamayız. Oyunu tamamen zatı için oynarız. Kısacası, oyun oynadığımızda, eğer bu gerçek bir oyunsa, edinim özneleri olamayız.

Çocukların spontane oyunları bunu daha net görmemize yardım olabilir. Çocuk, oyundan bir fayda elde etmez. Üretkenlik ve verimliliğin katı beklentileri onlar için hiçbir anlam ifade etmez. Dahası oyun oynayan bir çocuk, dünyada kendi varlığından başka hiçbir şey görmez. Çocuğun oyunu, yalnızca çocuk olduğu için değil, an be an yaşadığı deneyimlerde bütünüyle büyülendiği için eğlencenin en saf halidir. Bu hususta çocuk, henüz çoğumuzun yetişkinlikte düştüğü şu önemli hatanın kurbanı olmaz: “Genel olarak insan her durumu, -hiçbiri tamamen mükemmel olmadığından- daha mükemmel bir duruma hazırlık olarak görme eğilimindedir.”

Yetişkinlikte de eskisine nazaran az sayıda ve uzak olsa da hala oyunun eğlencesini deneyimleriz. Buna rağmen oyun, ciddiye alınmaması gereken veya anlamsız bir şey olarak görülür. Yetişkinlikte oyun, yoğun üretkenlik dönemleri arasında zaman geçirmemize yardımcı olan bir konuktur. Artık oyun, işten arta kalan kısa bir moladan daha fazlası olmaz.

Ancak Schlick için en önemli mesele, işimizi oyun haline getirmenin mümkün olduğudur. Eğer iş, oyunun yaratıcı ve kendi kendine yeterli karakterini elde edebilirse, o zaman oyun ve iş ayrımı ortadan kalkar. Nitekim insan eylemi, meyve verdiği için işe dönüşmez. Aksine insan eylemi, yalnızca meyve verme düşüncesiyle devam ettirildiği ve bu düşünce tarafından yönetildiği zaman işe dönüşür… İş ve oyun ayrımını ortadan kaldıran, pürü pak yaratılış neşesi, aktiviteye adanmışlık, anı yaşama duygularıdır. Bu yüzden, işimiz çocukluktan beri sahip olduğumuz fakat sonradan unuttuğumuz kavrayış ile veya günümüzün “en üretken olma” anlayışının gölgede bırakılması ile oyuna dönüşebilir.

Schlick ayrıca oyun oynama arzusuna yaptığı çağrının açılıp kapatılabilen bir kişisel psikolojik yardım anahtarı olmadığını da anlatır. Bunun için “mekanik, acımasız, aşağılayıcı” ya da “sadece çöp ve boş lüks üretmeye” hizmet eden işlerden kurtulmak amacıyla yapısal bir değişim de gerekir. Bu, işçileri ciddi verimlilik taleplerine maruz bırakan ve aşırı üretim krizlerine neden olan kapitalizmin, oyun oynama arzusuna sahip bir topluma aykırı olduğu anlamına gelir. Edinim öznesi kapitalist çalışma etiğinin bir çıktısı olduğu ölçüde, oyun öznesi yeni bir dizi ekonomik koşuldan ortaya çıkmak zorunda kalır.

Peki daha oyun dolu yaşamak ne anlama gelir? Öncelikle içsel olarak motive edici olmayan işi reddetmemizi ve keyif aldığımız çalışma koşulları oluşturmamızı gerektirir. İkinci olarak, yaşamlarımızda kişisel tatmin ve anlam bulmak için işin önemini vurgulamamızı gerektirir. İş, kim olduğumuzun ve başkalarının hayatları üzerinde nasıl bir etki yaratabileceğimizin merkezinde yer almasına rağmen, işin hayatımızdaki merkeziliğini aşırı vurgulayarak kendimizi tehlikeye atıyoruz. Üçüncü olarak, sosyal refahın temel göstergeleri olan verimlilik ve üretkenlikten uzaklaşmamızı gerektirir. Son olarak zatı itibariyle motive edici, amacın kara bulutları tarafından gölgelenmeyen oyunu oynamak için yeteneklerimizi ve kapasitelerimizi geliştirmeyi gerektirir.

Oyun kolaylıkla çocukça, sorumsuzca ve biz modern edinim öznelerinin takınması gereken ciddiyete yakışmayan bir şey olarak görülebilir. Ancak oyun oynama arzusu ile dolu bir yaşam talebi aslında edinim toplumunun koşullarını reddetme talebidir. Oyunu kucaklamak, edinim toplumunun amansız üretkenlik şiarına karşı cesur bir meydan okumadır. Ancak burada kişisel gelişim tuzağına düşmemeye dikkat etmeliyiz. Yapısal değişiklik olmaksızın ‘içinizdeki çocuğu bulun’ ya da ‘oyuncu kişiliğinizi keşfedin’ yönündeki her türlü tavsiye, içi boş bir eylem olma riskini taşıyor. Bu sadece kişisel bir isyan değil, aynı zamanda toplumsal bir zorunluluktur. Oyuncu olmaya davet, bireysel bir psikolojik reçete değil, edinim toplumuna karşı kolektif bir eylem davetidir.


  1.  Metnin Orijinali: https://psyche.co/ideas/the-achievement-society-is-burning-us-out-we-need-more-play ↩︎
  2.  yusuf66sah@gmail.com ↩︎
  3. Yunan mitolojisinde Zeus’un oğlu Tantalos, Tartarus diyarına cezalandırılarak gönderilir. Burada Tantalos’un etrafı meyvelerle donatılır fakat o, hiçbirini yiyemez. [Çev.] ↩︎

İlgili Makaleler

Yorum bırakın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Son Yazılar

Kategoriler

Etiketler

Copyright © 2024 İDM - İlmi Düşünce Mektebi