Dicle ÖTKER1
Sınırlar, toplumları kimliklikleri yönünden tanımlayan ve diğerlerinden ayıran belirli bir alanı kapsamaktadır. Tarihi süreç boyunca sınır kavramı ele alındığında oldukça eski bir geçmişe dayanmaktadır. İnsanlık tarihin başlangıcından itibaren insanlar, yaşadıkları alanları belirlemek için sınırlarla çevrelemişlerdir. İnsanlık tarihindeki bu ilk sınırlar çoğunlukla doğal engeller veya coğrafi koşullardan kaynaklı belirlenmiş, denizler, dağlar, nehirler gibi doğal faktörler sınırların belirlenmesinde etkili olmuştur. Uygarlıkların gelişmesiyle birlikte sınırlar daha karmaşık bir yapıya dönüşmektedir. Antik çağdan itibaren krallık ve farklı medeniyetlerin ilerlemesiyle birlikte toprak kazanmak amacıyla savaşlar yapılırken aynı zamanda yaşayacakları alanların sınırını da belirlemiştir. Bu dönemde daha çok dış tehditlere karşı kurulmuş sınır anlayışı bulunmaktadır. Dolayısıyla modern öncesi dönemlerdeki sınır anlayışları devletin egemenliği ilkesine değil, dış saldırılardan korunmaya dayalıydı (Tekin, 2020: 12).
Modern döneme geçiş ile birlikte, sınırların tanımlanması ve korunması açısından önemli bir dönüm noktası olmuştur. Bu geçişle birlikte sınır kavramı, ulus-devlet yapılarının temelini oluşturan ve uluslararası ilişkilerin belirleyici unsurlarından biri haline gelmiştir. Modern dönemde sınır artık coğrafi bir kavram olmaktan çıkıp, aynı zamanda siyasal, ekonomik ve kültürel boyutları olan bir yapıya dönüşmüştür. Sınır kavramının anlamını, yapısını, işlevini değişime uğratan 1648 yılında imzalanan Westphalia Barış Antlaşması devletler arasındaki sınırı netleştirdi. Bu antlaşma Otuz Yıl Savaşları’nı sona erdiren bir dönüm noktası olmuştur. Antlaşma sonucunda egemenlik anlayışı uluslararası alanda devletlerin egemenliğini tanıyan bir ilkeler bütünü olarak kabul edilir. Tüm devletlerin sınırlarına saygı gösterilmesi ve diğer devletlerin iç işlerine karışılmayacak bir egemenlik anlayışı vardı. Devletler arasındaki sınırlar netleşti ve tanınmış oldu. Bu antlaşmanın imzalanması ile birlikte Fransız devrimi sonrasında yayılan ulus-devlet anlayışı monarşik ve feodal yapıyı reddederek, halk egemenliğine ve milliyetçilik gibi yeni kavramları öne çıkarmıştır. Ulus devlet anlayışı bu dönemde ortaya çıkarak şekillenmiştir. Bu anlayış sınırların belirlenmesinde ulus devletlerin kendi egemenliklerini vurgulamasına olanak tanımıştır. Westphalia Barış Antlaşması ve Fransız Devrimi sınırların belirlenmesi ve devlet egemenliğinin tanınmasında önemli rol oynamışlardır.
“Milliyetçilik” kavramı, ulus-devlet anlayışının yükselişiyle ve sınırların net olarak çizilmesiyle birlikte ortaya çıkmıştır. Bu kavram belirli bir etnik, dini veya kültürel kimliğe dayanan bir ulusun bağımsızlığını ve egemenliğini vurgular. Milliyetçilik kavramına göre belirli sınırlar içerisinde seninle aynı dili konuşan, aynı kültüre sahip olan ve aynı inanca sahip olduğun kişiler ile bir yaşam sürdürmen gerekir. Aslında bakıldığında bu durum güvenli bir yaşam alanı sunuyor gibidir. Peki bu toplumda yer almayan gruplar yani sınır dışında olanlar, aynı yaşam tarzlarına sahip olmayanlar, kısacası ’’öteki’’ olanlar nerede konumlandırılır? Belli bir sınır içinde aynı yaşam tarzına sahip olan insan kendinden farklı olana nasıl davranmaktadır? Onu nasıl görmektedir? Milliyetçilik ayrımının ortaya çıkışı ile beraber toplumlar arasında farklılıkların gözetilerek ayrımların arttığına dikkat çekmek mümkündür. Milliyetçilik genellikle bir ulusun birliğini ve bu ulusun çıkarlarını vurgularken, ’’öteki’’ kavramı ise genellikle farklı bir ulus veya topluluğa atıfta bulunarak ayrımcılığı besleyen bir kavramdır. Bu noktada farklı olan “öteki” olarak damgalanır ve ayrımcılığa maruz kalması muhtemel bir durumdur.
Öteki Olanın Sömürülmesi
Milliyetçilik anlayışının aşırı ve ayrımcı biçimde kullanılması durumunda, öteki olarak tanımlananlar hedef noktası olarak seçilmiş ve güçlü devletler tarafından sömürülmeye başlanmıştır. Bu noktada kendinden olmayan millete yönelik sömürü politikası başlatılarak “medeniyet” adı altında farklı milletlere sömürü başlamıştır. İlk oluşumunda güvenliği sağlamak amacıyla oluşan sınırlar ilerleyen dönemlerde güvensizliği ortaya çıkararak insanların yok olmasını sağlamıştır. Bu sömür politikaları genellikle güçlü milletler veya imparatorluklar tarafından zayıf ve savunmasız milletlere karşı uygulanmıştır. Bu politikalar altında farklı milletlerin kaynaklarına, topraklarına ve emeğine el konulmuş, onların hakları ihlal edilmiştir. Bu hakları ihlal ederken sömürü uyguladıkları milletlerin geride olduğunu ve medeniyetsiz olduğunu söyleyerek onlara hem ileriye taşıyacaklarını hem de medeniyet getireceklerini söyleyerek farklı olan milleti bu bakış açısından da kendilerine benzetmeyi amaçlıyorlardı. Her ne kadar bu söylemler söylense de sömürünün asıl nedeni ekonomik çıkarlardı. Ekonomik çıkarların yanında kültürel, politik ve ideolojik nedenler de etkili olmuştur. Bu tür politikaların sonucunda sömürülen milletlerin refahı ve özgürlüğü büyük zarar görmüş, genellikle yıkıcı sonuçlar doğurmuştur. Tarih boyunca birçok millet kendi çıkarları doğrultusunda diğer milletlere karşı sömürü politikaları izlemiştir, bu dünya tarihinde pek çok olumsuzluklara, acı olaylara ve adaletsizliğe sebep olmuştur. Sömürü olayını tarih boyunca olumlu olarak gösterilmiş ve sömürgeci uluslar onu kendi kalkınma ve ilerleme anlatısına entegre etmeye çalışmıştır. “Medeniyet getirme” iddiası altında yürütülen bu sömürgecilik faaliyeti, aslında bir nevi kültürel emperyalizm sağlamıştır. Sömürülen toplumların tarihleri, dilleri ve kültürleri zarar görmüştür. Sömürü süreci Avrupa güçlerinin Asya, Afrika ve Amerika’nın yerli halkları üzerinde egemenlik kurmalarıyla başladı. Bu süreçte, yerli haklar yerlerinden edildi, kültürel kimlikleri yok sayıldı ve ekonomik kaynakları sömürüldü. Sömürgecilik döneminde, Batı ülkeleri kendi çıkarları doğrultusunda sınırı belirleyip hem değerli kaynakları sömürmüş hem de yerel nüfusu kontrol altında tutmuştur. Sömürülen ülkelerde ise “öteki” olan için sınır belirleme bir tür kısıtlama ve tahakküm aracı olarak belirlenmiştir.
Sınır belirleme anlayışı Batı ve sömüren devletler için esnetilerek sınırsız hale gelirken, sömürülen ve öteki için belirlenmiş ve dayatılan bir sınır anlayışına karşılık gelmektedir.
Kaynakça; Tekin, F. (2020). Sınır Sosyolojisi: Ulus, Devlet ve Sınır İnsanları. İstanbul: Nobel.
- İDM Kademe II öğrencisi, Necmettin Erbakan Üniversitesi Sosyoloji Bölümü. İletişim: otkerdicle@gmail.com ↩︎