Bir Roman Kahramanı Olarak Ahmet Hamdi Tanpınar*

Anasayfa » Fikriyat » Bir Roman Kahramanı Olarak Ahmet Hamdi Tanpınar*

Bir Roman Kahramanı Olarak Ahmet Hamdi Tanpınar*

Hatice Ergün[2]

Kendisini romanları, hikayeleri, şiirleri ve edebiyat tarihinden tanıdığımız Ahmet Hamdi Tanpınar bir roman karakteri olsa nasıl olurdu? Nazlı Eray Aydaki Adam Tanpınar isimli romanında bize bu sorunun cevabını vermektedir.

Roman bir vehim ile başlamaktadır. Bir gölgenin, anlatıcının kendi gölgesinin kendisini takip etmesi vehmi ile. Romana başlarken anlatıcının bütün anlattıklarının gerçek olduğunu söylemesi bir üst gerçeklik, büyülü gerçeklik içinde olduğumuzu düşündürmektedir. Durduk yere neden gerçek olduğu iddiasında bulunuyor sorusuna gerçeklik içinde olmayabiliriz şeklinde cevap verebiliriz. Nitekim henüz romanın ikinci sayfasında “Ben bir rüyanın içinde uçarak gitmiştim.” cümlesi bu düşüncemizi doğrulamaktadır.

Todorov, ‘fantastik’ türünü, okuyucunun eserdeki doğaüstü bir olay karşısında yaşadığı kararsızlık anı olarak tanımlar. Nazlı Eray’ın fantastik yöntemi, Todorov’un sınırları daraltılmış fantastik tanımının dışındadır. Berna Moran, Nazlı Eray’ın romanlarında fantezi, içi boşaltılmış bir fantezi, yani fantezi için fantezidir diyerek bu romanların, sosyal ve felsefî sorunlara açılmadığını, serüven düzeyinde kaldığını söylemektedir.

Selami adlı arkadaşıyla Zürih Pastanesi’nde buluşan, anlatıcı-kahraman, geliştirilen yeni bir teknoloji ile, bazı ünlü insanların beyinlerinin ve ruhlarının CD’lere yüklenerek arşivlendiğini, bunların da el altından satıldığını öğrenir. Bu kayıtları elde edebilmek için Selami ile anlatıcı kahraman, Kızılay’daki bir pasaja giderler. Selami, sonunda bu tür korsan CD’lerden rastgele birini, bir kahveci çırağından satın alsa da bilgisayar CD’yi okuyamadığı için izleyemezler.

Geceleri ise anlatıcı bir başka zamanın atmosferinde yaşar. Uykuya daldıktan sonra ‘rüya’ yoluyla Tanpınar’ın Narmanlı Yurdu’ndaki odasına gider. Paspasın altında bırakılan anahtarla kapıyı zorlanmadan açar. Tanpınar’ın yaşadığı ve çalıştığı bu küçük, karanlık, rutubet kokan ve karmakarışık oda yazarın ruhunu ele vermektedir. Tanpınar geceleri dışarı çıktığı için, anlatıcı-kahraman, bu odaya istediği geceler kimseye görünmeden rahatça gelebilmektedir. İlerleyen zamanlarda Garson ile de gelirler.

Bir başka gidişinde de Tanpınar’ın günlüğünü yanına alır. Anlatıcı, Tanpınar’la iletişim kurabilmek için kendi cep telefonunu yazarın odasına bırakarak, nasıl kullanacağını anlatan kısa bir not yazar. Artık telefonun her çalışında, Tanpınar’ın kendisini aradığını zannederek heyecanlanacaktır. Anlatıcı, Kuruçeşme’de Alay Emini Sokağı’nda, denizi seyrettiği bir gece, dolunayın üstünde Eski Türkçe ile yazılmış uzun bir metnin belirdiğini görür. Bu yazıların Tanpınar’ın masasında açık duran defterdeki yazılarla aynı olduğunu fark eder. Bu arada anlatıcı, Duşize Hanım adlı yaşlı ve yatalak bir hanımı, düzenli aralıklarla ziyaret ederek, ona, Tanpınar’ı anlatmaktadır. Tanpınar’ı tanıyan ve ona özel bir merakı olan yaşlı kadın, Tanpınar’ı dinledikçe huzur bulmaktadır.

Birbirinden bağımsız gelişen, farklı boyutlardaki olaylar arasında, roman ilerledikçe nispeten bir bağ kurulmaya başlanır. Bu karşılaşmalar ve kayboluşların devam etmesiyle biter roman. Çarpıcı bir sona sahip değildir.

Romanın temel kişisi, olayları yaşayan, yönlendiren ve başkalarına aktaran; Gecenin Neferi’dir.

Romanın yazılma zamanı Mart 2014’ten 60’lı yıllara gider gelir. Bununla birlikte 1939 yılında öldüğü söylenen Melek Kobra da romanda yer alır. Bunun sebebini Tanpınar’ın benimsediği felsefî yöntemlerle açıklayabiliriz. Tanpınar’ın sanatında görülen uyanık hayat ve rüya arasındaki karşıtlık, romanda da gerçek ve rüya arasında mevcuttur. Bergsoncu yaklaşımı benimseyen Tanpınar’ın, hayatı, kesintisiz, bölümsüz ve sürekli bir akış olarak ele aldığını biliyoruz. Bu akış için rüyaları ve geceleri uygun bulmuştur yazar.

Reel zamanın içinde, onun gerçeklerini idrak eden anlatıcı, geceleri de özlediği geçmiş bir zaman diliminde yaşayarak gece-gündüz, rüya-gerçek karşıtlığı yoluyla romana çift katmanlı bir yapı kazandırır.

Romanda anlatım zamanı ya gece ya da gecenin sabaha karşı olan vakitlerdir. Özellikle romanın başı soğuk bir zamanda olduğumuzu gösterir gerek saleple gerek üşüyen anlatıcı ile. Tüm bunlardan hareketle romanda üç zaman olduğunu söylemek mümkündür. Şimdiki zaman, geçmiş zaman, rüya zamanı.

Yazar, 1960’lı yılların Beyoğlu semtini, pastaneleri, meyhaneleri, kıyafet mağazaları ile birlikte anlatır. Maya Sanat Galerisi, Adalet Cimcoz’un evi, Narmanlı Yurdu da bu çevrede yer almaktadır.

Bir insanın dünyasının kapıları aralanmak isteniyorsa yaşadığı yeri tanımakla başlamak yerindedir. Tanpınar’ın ardına düşüldüğünde sık sık Narmanlı Yurdu’na uğramak bu sebeple önemlidir. Tanpınar, 1943-1951 yılları arasında önceleri Rus Konsolosluğu olarak kullanılan Narmanlı Yurdu’nda avludan içeri girince, sağ tarafta üçüncü kapının ardındaki odada yaşar ve çalışır.

Akasya ve kestane ağaçlarının bulunduğu, kedilerle dolu bir avluda yer alan odayı, Tanpınar’a Berna Moran’ın Rus asıllı eşi Tatyana Moran bulur. Tanpınar’ın yaşadığı ve çalıştığı bu küçük, rutubet kokan, havasız odanın kapısı oldukça eskidir. Odanın anahtarı paspasın altında durur. Penceresinde perde yoktur, pencere yarıya kadar inmiş demir bir kepenkle kapatılmıştır. Duvarları hafif islidir. Tanpınar, odadaki alçak sediri, yatak olarak kullanır. Masasının üstü karmakarışıktır: çoğu eski Türkçeyle yazılan not kâğıtları, defterler, kalemler, izmarit dolu kül tablaları, bir-iki eski ilaç şişesi… Köşe bucakta üst üste kitaplar, yığın yığın gazeteler… Bir gramofon, plaklar… Evsiz yaşlanacağını hiç aklına getirmeyen Tanpınar’ın bu düzensiz odadaki düzensiz yaşamı…

Narmanlı Yurdu’nun karşısındaki Lebon Pastanesi, 1960’lı yıllarda Beyoğlu altın çağını yaşarken sosyetenin ve sanatçıların buluşma yeridir. O yıllarda her masaya ayrı ayrı bakan Rum garsonlar vardır. İnsanlar oraya gelirken özen gösterir, çok şık giyinirler. Pastane, sonraları bu özelliklerini yitirir. Tanpınar’ın izini bu pastanede de sürmek yerindedir. Ben öyküsel anlatıcı da oraya sık sık uğrar. Tanpınar’ın odasındaki günlüklerden birini aldığında Osmanlı Türkçesiyle yazılan sayfaları okuyabilmek için burada çalışan ve Osmanlı Türkçesini bilen bir garsondan yardım ister. Böylece romanda gerçek bir mekânda düşsel bir kahraman da yerini alır. Anlatıcı Lebon Pastanesi’ne gelip giderken Mart 2014’te Gezi Parkı’ndan geçer. Tomalar ve biber gazları arasında kalır. Bu tarih ve mekan aynı zamanda gerçekte Berkin Elvan’ın öldüğü tarihtir. Romanda bu olaya ince bir gönderme vardır.

Aydaki Adam Tanpınar romanında anlatıcı, birinci tekil şahıs, yani ‘ben’ anlatıcıdır. Anlatıcının, Tanpınar’a büyük bir hayranlıkla yaklaştığını söylememiz mümkündür. Anlatıcı, dolunayın yüzeyindeki yazıların apaçık göründüğü halde, kimsenin bunu fark etmediğini, hiçbir şey yokmuş gibi davrandığını söyleyerek, Tanpınar’ın devrinde çok okunmamış ve fark edilmemiş oluşunu eleştirir. Hatta ayın yüzeyindeki yazıların silikliği ve cansızlığı, anlatıcı-kahramana, Tanpınar’ın, yıpranmış bir şekilde bir kenarda unutulmuş roman müsveddeleri ve notlarını çağrıştırır. Romanın yazıldığı 2000’li yılların eleştirel bakış açısı da esere yansır. Narmanlı Yurdu, bugün sefil bir haldedir, Tanpınar’ın hiçbir kişisel eşyası korunamamıştır.

Tanpınar’ın geç kalmışlık duygusu romanda sık sık anılır. Onu hiç bırakmayan ve içini törpüleyen bir duygudur yaşama geç kalmışlık. Parasızlık ve hastalık ömrünün son yıllarında bir kambur gibi yapışmıştır. ‘‘2 Temmuz 1956. Bugün kitabım çıktı ve hayatımın bütün diğer mesut hadiseleri gibi bir türlü sevinmek imkanını bulamadım çünkü para meselelerinin tam krizine geldi. Askerlikten terhislerim, hapisten kurtuluşum, öbür kitaplarım, profesör, mebus oluşum filan veya falan kadının, en sevdiklerimin bana gelişi, iki defa hastaneden çıkışım gibi bu da beni harap etti. Niçin böyle oluyor? Neden bu yıldız altında doğdum? Daha derin şeyler, daha büyük talihliler yok mudur hayatta? Bu kitap bana ne getirebilir? Kafam hesap makinesi oldu artık. (…) Hepsinde beni kendimden iğrendiren bir şey var. Hepsinde kendim değilim. Bir başkasıyım. Hiç olmadığım bir başkası. Yahut iki insan. Bu meseleleri halledemeyecek miyim?’’

Tanpınar 50’li 60’lı yılların adamıdır. Tanpınar eski yazı sevdalısı olarak Arap harflerini kullanmaktadır. Günlüklerini de bu şekilde tutar.

Tanpınar üç buçuk yıl CHP milletvekilliği yapar. Bu süre zarfında Ankara’da yaşar. Milletvekili oluşu, Ankara’ya gidişi, bir kaçış, bir kurtulma isteğidir. Kabusa dönmüş olan Nesteren aşkından, Beyoğlundan, Asmalı Mescitten, kumar masasından, yeşil çuhadan, dedikodulardan kaçış. Hep sorulur neden milletvekili oldu, işte bu sebeptendir.

Ruhu fırtınalı bir adamdır.  Uyku ilacı kullanır. Orta şekerli kahve içen Tanpınar sigarayı da çok içer. Hastalıkları vardır. Ürtiker, mide ağrısı, diş… Takma dişlerini Paris’te yaptırmıştır. “Adam karmakarışık bir odanın içinde, genelde böyle, beş parasız, yarı aç yaşıyor. Dağınık, düzensiz. Öyle anlıyorum okuduklarımdan. Hayatı düzensiz.” Yaşamı ile şiiri uyuşmuyor.

Tanpınar kendini budala görür. “Budalalık deryası bir hayatım var” der.

Nazlı Eray’ın romanında bir roman kahramanı olarak gördüğümüz Tanpınar’ın yanında yazarın Tanpınar’a olan hayranlığını da görürüz.


* Bu metin İlmi Düşünce Mektebi’nde Hüseyin Çil’in yürütücüğünde gerçekleşen “Roman Kahramanları” İhtisas Atölyesi kapsamında kaleme alınmıştır.

[2] Yüksek Lisans Öğrencisi, Yeni Türk ve Edebiyatı, Necmettin Erbakan Üniversitesi (haticergunnnn@gmail.com)

İlgili Makaleler

Yorum bırakın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Son Yazılar

Kategoriler

Etiketler

Copyright © 2024 İDM - İlmi Düşünce Mektebi