ŞEYDA KILIÇ[1]
Toplumlar sürekli değişime açık bir özellikte olmalarından dolayı tarihsel süreçte yeniden inşa süreçlerine dahil olan bir işleyişe sahiptir. Toplumlar her ne kadar değişime açık özellikte olsalar dahi belli bir yapıya ve düzene sahiptir. Düzen, değişme ve çatışma sosyolojinin ana kavramlarından bazılarıdır. Afetler toplumların inşa ettiği düzeni bozan, can ve mal kaybına yol açan, insanların günlük pratiklerini gerçekleştirmelerine engel teşkil eden, afetten etkilenen afetzedelerin rutinlerini kesintiye uğratan sonuçları itibariyle toplumsal olaylardır. Fiziksel bir olay gibi görünen afetler sonucunda sosyal yapı etkilenmekte, toplumun inşa ettiği düzen sarsılmaktadır (Kişi, 2022,s.1).
Yaşanan afetin ilk anlarında sosyoekonomik düzeyi fark etmeksizin tüm insanlar aynı oranda etkilenmiştir. Hatta kimi bölgelerdeki sosyal statüsü yüksek olan insanlar, sosyal statüsü düşük olan insanlara nazaran daha fazla etkilenmiştir. Çünkü sosyo-ekonomik düzeyi yüksek olan insanlar modern yaşama daha kolay ayak uydurabildikleri için tek katlı evlerde değil, deprem ülkesine ve yönetmeliğine uygun olmayan yüksek katlı binalarda, rezidanslarda yaşamlarını idame ettiriyorlardı. Ancak bu yapılaşma, deprem bölgesi olması ve fay hattının üzerinde olması sebebiyle yüksek bina imarına uygun değildir. Bölgenin alüvyal topraklara sahip olmasını da ne mühendisler ve müteahhitler ne de iskan ve imar izni veren kurumlar önemsemişti.
Ulrich Beck’in risk toplumu kavramı tam da bu konuyu tartışılabilir kılmaktadır. Beck’e göre risk toplumu, sanayi toplumunun koruyucu ve düzenleyici kurumlarına yönelik olarak artan modernleşme (yenilik) hareketi tarafından oluşturulan ekolojik, politik, toplumsal ve ekonomik risklerin içinde yer aldıkları modern toplumun gelişme evresi olarak tanımlanmaktadır(Beck,1994, s.5). Başka bir deyişle modern toplum, bilimin ve teknolojinin ileri boyutlara varmasıyla birlikte, tarihte daha önce deneyimlenen tehlikelerden, afetlerden farklı olan risklerle karşı karşıya kalmıştır. Bilim ve teknoloji, beraberinde getirdiği yarar kadar zarar da getirmekte, bir taraftan onardığı modern yaşamı, diğer taraftan tekrar bozabilmektedir (Günerigök, 2020,s.135). Günerigök’ün ifade ettiği gibi teknolojinin getirmiş olduğu imkanları inşaat ve mühendislik alanında uzman (!) olan insanların rant sağlamak için kendi ticari amaçları doğrultusunda kullanmalarına olmak sağlamıştır. Ticari olarak kâr güden insanlar bina yapımında kullanılması gerekli olan kaliteli malzeme yerine, teknolojinin sağladığı daha düşük kalitede ve maliyeti daha az olan malzemeleri kullandığı için o binalarda yaşayan insanların ölümüne sebebiyet vermişlerdir.
Kentin konut stokundaki kalitesizlik ve yerel yönetimlerin imar ve yapı denetimi konusunda yeterli personele, bilgi ve birikime sahip olmaması da doğal afetlere dayanıklı kentlerin inşa edilmesinde önemli bir eksiklik olarak karşımıza çıkmaktadır. Diğer bir boyut olan kentsel rantlar ile müteahhit ve inşaat şirketlerinin yerel yönetimlerle kurmuş olduğu grift ilişkiler de imara uygun bir kentleşme sürecinin oluşmasında keyfiliklerin ortaya çıkmasına etki etmiştir (Aykutalp, 2019, s.67).
Neoliberal yerel yönetim anlayışına koşut olarak devletin piyasadan çekilmesi üzerine inşa edilen bu yasal-kurumsal yapı, emeğin yeniden üretimini temel alan politikalar geliştirmek yerine, sermayenin yeniden üretimini merkeze koyan bir strateji ile birlikte ilerlemiştir. Bu bağlamda belediyeler kamu hizmeti üreten yapılar olarak değil, özel sektörle kurulacak ilişkileri düzenleyecek icra mercii olarak görülmektedir. Bütün bu süreç kentsel sorunların çığ gibi büyümesine neden olduğu gibi doğal afetlere dayanıklı kentlerin inşa edilmesini olanaksız kılmıştır. Kentin yerleşim, ticaret, sanayi vb. alanlarının yer seçimlerinde keyfiliğe neden olduğunu söylemek mümkündür (Aykutalp, 2019, s. 69). Aykutalp’in ifadelerinden de anlaşıldığı üzere kamu kurumları, belediyeler, yapı denetim sorumluları üzerine düşen görevleri tam anlamıyla yerine getirmemişlerdir. Binaların altındaki iş merkezleri sahiplerinin, kolonları keserek kendi keyfilikleriyle eylemlerde bulunması bu denetimlerin olmamasının en açık örneklerinden birisidir.
Başka bir sorun ise afetler konusunda toplum olarak bilgimizin yetersiz oluşudur. Yapılan araştırmada afetlere dirençli toplum olmadığımız gerçeği tekrar su yüzüne çıkmıştır. Afetlere yönelik alınacak fiziksel önlemlerin yanında bilinçlenme çalışmalarının medyanın da dahil olduğu kapsamlı bir dönüşüme ihtiyaç duyulmaktadır. Afetlere dirençli toplum yaratabilmek için ekipler belirlenmeli ve toplumun her kesimine uygulamalı bir şekilde eğitimler verilmelidir (Kişi, 2020, s.119). Bu bakış açısı, afetleri her an göz önünde bulundurmayı içeren bir farkındalığı ve toplumsal yaşantının organizasyonunda afet tehlike ve risklerini hesaba katmayı öğütler. Bu yönüyle sürekli bir afet gündemi ile sürdürülebilir bir afet yönetimine işaret etmektedir. Bu da toplumun üyelerinin afet konusunda eğitilmesi ve afete dirençli hale getirilmesi adımlarını ön plana çıkarmaktadır (Alkın, 2021, s.21). Kişilerin çoğu depreme uyku esnasında yakalanmıştır. Uykuda olmayanların bir kısmı deprem sırasında kaçmaya çalışmışlardır. Bir kısmı da depremin sarsıntısı bitene kadar “çök, kapan, tutun” taktiğini uygulamışlardır. Ancak yine de bu konuda insanların bilgisinin yetersiz olduğu bu deprem sonucunda ortaya çıkmaktadır. Çök, kapan, tutun taktiğini uygulayan insanların çoğu medya aracılığıyla öğrenebildiğimize göre kurtulma şansına sahip olabilmişlerdir. Ancak bunu uygulamayan ve panikle kaçmaya çalışan insanların üzerine duvarlar, dolaplar vb. eşyalar düştüğü için ağır yara almışlar ve kurtulma şanslarını azaltmışlardır. Bu anlamda toplum olarak bilgilendirme seminerleri, aile danışmanları ya da aile hekimleri vasıtasıyla her aileye, deprem anında ve sonrasında yapılması gerekenlerin anlatılması devlet tarafından zorunlu tutulmalıdır. Bu konuda ciddi bir bilgisizlik vardır.
Küresel ölçekte bakıldığında deprem, sel, tsunami gibi doğal afetler sonrası o bölgede yaşayanların göç etme pratiklerinde önemli bir artış söz konusudur. Doğal afetlerin kırılganlığı artırıcı etkisi, gıda, barınma ve benzeri temel ihtiyaçlara ulaşma sıkıntısı ve en önemlisi insanların hayatlarını koruma isteği göç sürecini tetikleyen en önemli faktörlerdendir. Göç süreçlerini belirleyen ekonomik, toplumsal, siyasal, ekolojik nedenlerin dışında deprem sonrası göç etme pratiğini arttıran en önemli öğe kuşkusuz depremin yarattığı psikolojik etkidir (Aykutalp, 2019, s.101). Bu psikolojik etkiyle deprem bölgesinde enkazda kalmayan ya da enkazdan canını kurtarabilen insanlar, bulundukları şehirleri can havliyle terk etmişlerdir. Deprem afeti meydana geldiği an itibariyle insanları yaşama içgüdüsüyle daha güvenli bir bölgeye sevk etmeye başlamıştır. Bu anlamda uzmanların açıklamasına göre 5 milyonluk bir iç göç hareketinden bahsedebiliriz. Ayrıca deprem bölgesinde yaşamını sürdüren 20 bini aşan mülteci de kendi ülkesine gönüllü geri dönüş yapmaktadır.
Modernleşmiş ve modernleşmekte olan Türk insanının kapitalizme ayak uydurmuş olması, son dönemlerde bireyciliğin ve pragmatist tavırların toplumda etkin olmasına rağmen deprem sonrasında tüm ülkede dayanışma ve yardım eylemlerinin görülmesi, insanların toplum içerisinde yalnızca insan olması hasebiyle hiçbir karşılık beklemeden küçük de olsa yardımda bulunması bu dönemde gözle görülebilir düzeyde gerçekleşmiştir. “Tanım ve argümanlar açısından afet yönetimi ve bütünleşik afet yönetimi arasında bazı benzerlikler olsa da bütünleşik afet yönetimi tanımı, afet yönetimi tanımındaki kurum ve kuruluşlar kısıtlı söyleminden çıkıp tüm toplumun seferber olduğu bir tanım halini almıştır. Yani afetler artık yalnızca kurumların müdahale edeceği bir mesele değil; toplumdaki tüm bireylerin bilmesi, farkında olması ve müdahale etmesi gereken bir olgu halini almıştır (Alkın, 2021, s.22). Afetlerin toplumsal yapıya zarar vermesine (ya da verme ihtimaline karşılık) hem değer, norm ve rollerden kaynaklı bir mücadele ortaya çıkması hem de afet sebebiyle tahribata uğrayan norm, değer ve rollerin yeniden tesisi, bütünleşik bir afet yönetiminin olmazsa olmazlarındandır. Bununla bağlantılı olarak değer, rol ve normlar aracılığı ile sistemin, diğer bir ifade ile zarar gören toplumsal kurumlarının devamlılığı ve işlevselliği her bir toplumsal aktörün katılımı ile sağlanmaya çalışılır (Alkın, 2021, s.24).” Türkiye’nin gelişmekte olan bir ülke olmasından sebeple modernleşme içerisinde olan bir toplumsal yapı vardır. Geleneksel bir toplum olma özelliğini de hâlâ yitirmiş değildir. Geleneksel toplumlarda var olan kolektif bilinç modernleşmeye bağlı olarak gelişen uzmanlaşma ve bireyselleşme ile aşınmış bir halde olsa da organik dayanışmayla ya da Parsons’ın sosyal sistem teorisiyle bir şekilde ayakta durmaktadır. Bu depremin sonucu olarak diyebiliriz ki, Türk toplumunun kolektif bilinci ya da tam anlamıyla dayanışma kültürü, bireysellik ve uzmanlaşmayla dejenere olsa da hala canlı olarak toplumda hâkim durumdadır. Modern toplumun bazen negatif bazen pozitif bir yönü olarak ele alınan uzmanlaşmanın genelde afetler, özelde 6 Şubat depremi açısından önemi büyüktür. Nitekim depremde hasar gören binaların tespiti için mimarlar ve mühendisler, hasarlı bulunan ya da tehlike arz eden yerlere girilmesine engel olma açısından güvenlik güçleri, depremde yaralananlar açısından sağlık ekipleri, barınma, beslenme vs. birçok açıdan konunun uzmanlarının olması koordine olmayı kolaylaştırmıştır. Deprem sürecinde yağmacılık ve hırsızlık gibi faaliyetler baş göstermiştir. Deprem öncesinde bu tarz eylemler kolektif bilinçle ve kamu otoritesinin yarattığı doğal bir baskı ile engellenirdi. Ancak depremin sonucunda insanların canı ile uğraşmasını fırsat bilen bazı insanlar yağma ve hırsızlık faaliyetlerine yönelmişlerdir. Toplumsal güven ortamı bu tür eylemlerle sarsılmıştır. Bütünleşik afet yönetimiyle bu tür sorunların büyük oranda önüne geçilmiştir.
Depremin yarattığı psikolojik etki, barınacak yer bulamama gibi sebeplerle şehirden göç eden insanların ev bulma konusunda da problemlerle karşı karşıya kaldığını söyleyebiliriz. Naomi Klein’in şok doktrini ve felaket kapitalizmi kavramları bu konuda önemli argümanlar ileri sürmektedir. Klein bu kavramları neoliberal politikalar ve akılsallığın anlaşılması için kullanmıştır. “Klein’in temel iddiası 1973 yılında Şili’de meydana gelen askeri darbe sonrası darbenin bir tür şok etkisi yaratması sonrası neoliberal politikaların yayılacağı uygun ortamı nasıl ortaya çıkardığıdır. Şok doktrini yaklaşımı sadece askeri darbe sonrası ortaya çıkan ve toplumsal-ekonomik değişime neden olan süreçlere değil ekonomik krizlerden, iklim değişikliğine, savaşlardan, doğal afetlere kadar bir dizi toplumsal süreçlere nasıl bir tedavi uygulanacağını belirleyen felaket kapitalizmi araçlarını ele almaktadır. Klein’e göre ‘doğal felaketler’ kapitalizme politik ve ideolojik hegemonyasını kurmada olağan zamanlardan daha fazla fırsat sunmaktadır” (Aykutalp, 2019, s.44). “Katılımcılardan lise mezunu olan ve daha önce birçok deprem yaşadığı bilinen DG26 kodlu kadın katılımcının sahip olduğu kültürel sermayesini kullanarak kiracı olarak oturduğu daire hasar aldığı için kiralar artmadan sağlam olan farklı bir daireye taşındığı, hasar alan evinden taşındıktan sonra yaptığı CİMER başvurusu ile taşınma için verilen yardımdan faydalanabildiği öğrenilmiştir [Üçüncü günümde kalmadım. Akşam deprem oldu, sabahleyin evi buldum, diğer gün hemen şey ettim. Çünkü kiraların çok uçacağını biliyordum (DG26, K, 39)]” (Kişi, 2020, s.109). Kişi’nin yaptığı araştırmaya bakılırsa şu an gündemde olan kira fiyatlarındaki fahiş artışların yeni bir şey olmadığı kolayca görülebilir. Bu anlamda düşünecek olursak, ev sahiplerinin afet zengini olma isteği gözden kaçmayacak bir gerçektir. Bu kira artışları felaket kapitalizminin en küçük örneğidir. Henüz felaket kapitalizminin ortaya çıkmadığı durumda baş göstermekte ve bu sürecin ne denli büyük olacağına dair ipuçlarını vermektedir. Bu dönemin devamında devletin kamuya ait alanları ve meraları, ormanları yapılaşmaya açacağına dair söylemler piyasa kapitalizmine büyük ölçüde fayda sağlayacaktır. Bununla sınırlı kalmayarak insanlar konut sahibi olsalar da bu evin içerisinde kullanılacağı eşyalara varana kadar, felaket kapitalizmi ve afet zenginleri için ciddi bir politika geliştirme aracı olacaktır.
KAYNAKÇA
Alkın, R. C. (2021). Bütünleşik Afet Yönetimine Sosyolojik Bakış: Toplumsal Yapı, İşlev ve Temel Kavramlar Işığında Bir Okuma Denemesi, Medeniyet ve Toplum Dergisi, 5;(1), ss:18-34
Aykutalp, A. (2019). Kent, Afet ve Siyaset: Felaket Kapitalizmi, Kapasite Yoksunluğu ve Kent, 1.Baskı. Efe Akademi Yayınevi. İstanbul
Günerigök, M. (2020). Risk Toplumu Bağlamında Afetleri Yeniden Düşünmek. Editör Can, İslam. Afet Sosyolojisi. Çizgi Kitabevi. ss:133-150
Kişi, G. (2022). Depremin Sosyolojik Boyutu: 2020 Elazığ Depremzedeleriyle Yapılan Niteliksel Bir Araştırma, Maltepe Üniversitesi Lisansüstü Eğitim Enstitüsü. İstanbul.
[1] Lisans Öğrencisi, Necmettin Erbakan Üniversitesi Sosyoloji Bölümü, İletişim Adresi: seydakilic959551@gmail.com