Mithat ESER[1]
Sadece rivayetlerin nakil ile yetinen klasik tarih kaynaklarını okuyan İbn Haldûn, devletler ve halkların tarihini yorumlayarak daha doğru bir şekilde anlatmanın derdine düşmüş ve Kitabü’l-İber diye ismini kısaltabileceğimiz bir tarih kitabı yazmıştır. Yazdığı kitapla birlikte insanların kendilerine anlatılan hikayelere körü körüne inanmayacağını, tarihi daha iyi öğreneceğini ve buradan hareketle de gelecekteki hadiseleri daha iyi kestirebileceklerini ifade etmektedir. İbn Haldûn, tarih kitabını giriş ve üç bölümden oluşturduğunu söylemekte; girişte tarih ilminin öneminden ve tarihçilerin hatalarından, ikinci bölümde yani asıl tarih kitabı kısmında dünyanın yaratılışından itibaren -özellikle- Arapların, toplulukların ve hanedanların tarihinden, üçüncü bölümde ise Berberilerin ve Mağrib’teki hanedanların tarihinden bahsetmektedir. Eserin birinci bölümü ise İbn Haldûn ismiyle özdeş hale gelen Mukaddime’dir.
Mukaddime’nin Türkçeye farklı tercümeleri bulunmaktadır. En son tercümesi olması sebebiyle Timaş Yayınları’ndan Cemal Aydın tercümesi dikkate alınarak yazılan bu yazıda tercüme ile ilgili değerlendirme yapılmayacaktır. Yazının hedefi İbn Haldûn’un Mukaddime’siyle ilgili bazı değerlendirmelerde bulunmaktan ibaret olacaktır. Buna rağmen farklı mülahazalarla mütercimin az da olsa bazı kısımları çevirmemesi, aslı İtalyanca olup dillerde dolaşan “Mütercim haindir.” sözünü akla getirmektedir.
İbn Haldûn’un Mukaddimesi denilince akla gelen ilk iki kelime, umran ve asabiyet’tir. Tarihi doğru anlamak için bir ölçü vermek istediğini söyleyen İbn Haldûn, bunu umran ifadesi ile açıklar hatta bunu başlı başına bir ilim olarak değerlendirir. İnsan medeniyeti ve insan toplumu anlamına gelen umran ilmi, orijinaldir ve İbn Haldûn uzun araştırma ve derin düşünme neticesinde bu ilme ulaşmıştır. Umran, insanın bir topluluk içerisinde yaşaması ve yeryüzünü imar etmesi olarak açıklanırken umran ile imar kelimelerinin aynı kökten geldiğini hatırlatmış olalım. Giriş bölümünde eserinin konusunu, amacını, benzer ilimlerden ayrılan yönlerini ve altı madde halinde başlıklar verir ki bu bölüm, çağdaş akademik çalışmaların giriş bölümlerine benzemektedir.
Birinci başlıkta genel bir umrandan (el-umrânü’l-beşerî) bahseden ve bunu ayrıntısıyla açıklayan İbn Haldûn dünyayı imar edilmiş bölgeler ve denizler, nehirler gibi diğer bölgeler olmak üzere ikiye ayırır. Beşeri umran ile bir nevi her türlü insan topluluğunu açıklarken aynı zamanda insanı etkileyen coğrafya gibi maddi unsurları ve gayb gibi metafizik konuları da ele alır ve bu bağlamda peygamberlik, ruh, müneccim ve rüyalara kadar farklı konulara değinir. İkinci bölümde kırsal umran (el-umrânü’l-bedevî) konusunu işler. Kırsal umranın sahipleri bir başka deyişle bedevi topluluklar, şehir topluluklarının temelidir ve onlara göre bazı yönlerden daha olumlu özelliklere sahiptir. Kırsal umran toplulukları daha cesurdur, daha ahlaklıdır. Buna rağmen İbn Haldûn, bedevi olarak gördüğü siyahi insanları insanlık yönlerinin eksikliği ile hatta dilsiz hayvanlara benzemeleriyle ırkçı bir yaklaşım sergiler. Öte taraftan en vahşi millet olarak tarif ettiği Arapları, hak ve hidayeti kabul etmedeki çabuklukları ile över.
İbn Haldûn, bedevilikten hadariliğe geçiş ile birlikte umranı (el-umrân) işlemeye başlar. Üçüncü ve diğer bölümlerde umranın bir sonucu ve gereği gibi görülen devletleri, ülkeleri, şehirleri, meslekleri, ilimleri ve eğitimi işler. O, devletleri farklı yönleriyle ele alır ancak devleti insana benzettiği kısımlar dikkat çekicidir: “Bir hanedanın ömrü bir insan hayatına benzer: Belirli bir yaşa kadar büyür, sonra durgunlaşır, derken gerileme aşamasına girer. İnsanların dillerinde dolaşan meşhur bir söz vardır: Hanedanın ömrü yüz yıldır!” (s. 259). Devletin aşamalarıyla ilgili sözleri ise günümüzde de örnek ve ibret alınması gereken özellikler taşıyan mesajlarla yüklüdür: “Devletin merhaleleri ve safhaları genellikle beş sayısını geçmez:
- İlk safha; zafer, rakibini yenme ve önceki devletten iktidarı devralma safhasıdır…
- İkinci safha, devletin başındaki kişinin, grubun diğer üyelerini dışlayarak bütün yetkiyi kendi eline aldığı, otoriteye ortak olma konusundaki her türlü girişimi bastırdığı aşamadır. Bu aşamada kendi kabilesinin ve ailesinin üyelerine boyun eğdirmek için başka adamlar edinmeye çalışır. Ötekileri iktidardan ve imkanlardan uzak tutar ve onların buna ulaşmak için yaptıkları bütün teşebbüsleri boşa çıkarır. Bütün yetkiyi yakın ailesinin elinde toplar ve elde etmekte olduğu tüm ihtişamı da kendi ailesine saklar. Uzaklaştırılanlar ise hükümdardan nefret ederler ve ona saldırmak için fırsat kollar, talihin ters dönmesini beklerler. Sonunda olan devlete olur ve yakalandığı hastalıktan artık onu hiçbir şey kurtaramaz.
- Üçüncü safha, (yeni) hükümdarın dingin bir ruha ve iktidarın meyvelerini toplamak için yeterli sükunete, insan tabiatının arzuladığı servet edinme, kalıcı eserler ortaya koyma, şan ve şöhret sahibi olma gibi her şeye sahip olma aşamasıdır.
- Dördüncü safha, memnuniyet ve barış arzusu aşamasıdır. Hükümdar, seleflerinin inşa ettikleri devlet yapısından memnundur. Diğer hükümdarlarla barış içinde yaşar.
- Beşinci safha, israf ve savurganlık aşamasıdır. Hükümdarın çevresini saran, ne edip nasıl yapacaklarını bilmeyen ve meseleleri hangi tarafından ele almak gerektiğini anlamaktan aciz, ahlaksız ve sahtekar kimselere devletin en önemli işleri emanet edilir.” (s. 263-265).
İbn Haldûn’un devletlere dair birçok önemli tespitleri vardır. Ona göre devletin son dönemlerinde, ihtiyarlık illetinden kurtulduğu yanılsaması veren bir dinçleşme görülür. Ancak bu, bir lamba veya mum fitilinin son bir parıldayışla canlanıp yanıyormuş görüntüsü vermenin hemen ardından sönüp gitmesini andırır.
İbn Haldûn’un Mukaddimesi’nde anahtar kelimelerin ikincisi asabiyettir. İkinci bölümde bahsi geçen kırsal umranda olduğu gibi üçüncü bölümde (yerleşik) umranın bir sonucu olarak ifade edilen devlet ve iktidarlarda da can alıcı nokta asabiyettir. Çölde yaşayan insanları da iktidarları da devletleri de asabiyet bir arada tutar. İnsan topluluklarını bir arada tutan bu gizli güç, kan bağı gibi insanları bir arada tutmayı sağlayan etkenlere bağlı olarak oluşan asabiyet ile başarı sağlar. Genel olarak toplumun asabiyeti güçlü ise yönetici hanedan iktidardan düşse bile başka bir aile ile toplumun birlikteliği ve devlet devam eder. İbn Haldûn, dinî bir hareketin bile ancak asabiyetle başarıya ulaşabileceğini iddia eder hatta çok da kabul etmediği halde mehdinin ancak asabiyetle başarıya ulaşabileceğini ifade eder. Burada asabiyet ifadesinin biraz daha anlaşılması adına Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi “Asabiyet” maddesinin tanımını hatırlayalım: “Aynı soydan gelenlerin veya bir başka sebeple aralarında yakınlık bulunanların muhaliflere karşı birlikte hareket etmelerini sağlayan dayanışma duygusu”.
Yaşadığı çağ dikkate alınırsa tarih, coğrafya, sosyoloji, psikoloji, iktisat tarihi, eğitim, bilim tarihi, astronomi, astroloji, parapsikoloji, şehir planlaması gibi birçok farklı alanda; çiftçilikten musikiye doktorluktan hattatlığı kadar farklı mesleklerde ve Kur’an ilimlerinden tasavvufa, fizikten simyaya kadar farklı ilim dallarında çok önemli hususlara değinen İbn Haldûn’un Mukaddimesi çağını aşan bir özellikte hâlâ başucu kitabı olmaya devam eden bir nitelik arz etmektedir. Bazen kocaman İbn Haldûn bunu mu söylüyor diyeceğiniz ifadeler olsa da bundan altı asır önce yazılan Mukaddime, birçok alanda başucu kitabımız olmaya devam edecektir.
Yazımızı İbn Haldûn’un bazı özel ifadeleriyle bitirelim:
“Geçmişle gelecek birbirine suyun suya benzemesinden çok daha fazla benzer.” (s. 28)
“Olmayan bir ayıbın olmadığını ispata çalışmak da bir ayıptır.” (s. 50)
“İnsan, tabiatı icabı medenidir.” (s. 77)
“Kıtlıklarda ölenler, onları ilk defa etkileyen açlığın değil, alıştıkları doygunluğun kurbanlarıdır.” (s. 138)
“İnsan, kendi karakterinin ve mizacının değil alışkanlıklarının ve geleneklerinin çocuğudur.” (s. 192)
“İktidara ulaşmaya bir engel lüks ve israftır.” (s. 213)
“Vezirler için tehlikeli dönem, ortalığın süt liman olduğu dönemdir.” (s. 383)
“Pek çok insan hiç de hak etmediği halde büyük ün kazanır.” (s. 412)
“Hak ihlalleri az olursa, çekimserlik de aynı ölçüde olur.” (s. 423)
“İhtiyarlık, tedavisi olmayan veya ortadan kaldırılamayan kronik bir hastalıktır. Çünkü tabii bir şeydir ve tabii olan şeyler değiştirilemez.” (s. 433)
“Alışkanlıklar, ikinci bir karakter gibidir.” (s. 433)
“İnsan ailesinin çocuğu olmaktan çok, alışkanlıklarının çocuğudur.” (s. 568)
“Bir alanda mükemmel olan herkes, insanların kendisine ihtiyacı olduğuna inanır ve bir üstünlük duygusuna kapılır.” (s. 577)
“Yazı, düşüncenin ve bilimin meyvesini kitaplarda ebedileştirir.” (s. 595)
“Ailesi tarafından eğitilmeyen kişiyi zaman eğitir.” (s. 636)
“Akıl doğru bir terazidir. Değerlendirmeleri kesindir ve yalandan uzaktır. Ancak akıl tevhid, ahiret, peygamberlik, Allah’ın sıfatları ve insan aklının takatinin ötesindeki şeyler gibi konuları tartmak için kullanılamaz. Bu, imkansızı istemek olur. Bu durum, altını tartmak için kullanılan bir teraziyi gören kimsenin, onu dağları tartmak için kullanmaya kalkışmasına benzer.” (s. 686)
“Lekeden, kirden, pastan temizleyip arındıran sabun elbise için neyse, zihin için de geometri bilmek öyledir.” (s. 744)
“Başarısızlığın başı, aceleciliğin eşlik ettiği beceriksizliktir.” (s. 798)
“Baskıyla ve haksızlıkla yetiştirilip büyütülen talebeler, köleler ve hizmetkarlar bunun etkisinden kurtulamazlar. Kendilerini baskı altında hisseder, canlılıklarını kaybeder, tembelleşir, yalancı ve hain olurlar.” (s. 856)
Kaynakça İbn Haldun, (2021), Mukaddime. Cemal Aydın (Çev.). İstanbul: Timaş Yayınları
[1] Prof. Dr., Selçuk Üniversitesi İslami İlimler Fakültesi Öğretim Üyesi