Anlama yetisi ile diğer varlıklardan ayrılan insanın, anlamlandıramayacağı şeyleri düşündüğünde, tüm aklı zerreden ibaret kalıveriyor. Şaşılacak bir şey ki; bir anı dahi anlamlandırmaktan aciz olan insan, felsefeyle, akılla, bilimle evreni açıklamaya çalışıyor. Bir an. Yani bir salise bile değil. Peki, bu bir anda kaç farklı hayat yaşanıyor? Mesela kaç kişi çay içiyor ya da müzik dinliyor. Bu bir anda dünyanın öbür ucunda varlığından haberdar olmadığımız kaç kişi var? Hele bu zaman dilimini biraz genişletip, bir saati ya da bir yılı muhatap alırsak, soru daha da akıl almaz hale geliyor. Neyse ki tüm bu akıl almazlıkların ‘sonu’ insanı rahatlatıveriyor ve bir anda kaç farklı hayatın yaşanabileceğini tahayyül edemeyen insan, bu farklı hayatların, kaç farklı sonu olduğu sorusunun cevabı karşısında aydınlanıveriyor. Belki de sadece bu son, şeyleri insan aklı için anlamlı kılıyor. Böylelikle bizlerin hayatına çeki düzen vermesini sağlayan yegâne unsur ölüm oluyor.
“Gül Yetiştiren Adam” isimli romanı ile Rasim Özdenören; bir taraftan hayatını, her şeyin sonlu olduğu duygusu ile şekillendiren ve ölümle hep yüz yüze yaşayan gül yetiştiren adamın, diğer taraftan yaşanılan anın hiç bitmeyeceğini zanneden ve bu yüzden her türlü günahı işlemekten uzak durmayan Sitare’nin, Yavuz’un öyküsünü anlatıyor. Akıcı bir üslupla bir araya getirilmiş olan bu iki farklı yaşam tarzları, bir biri arasına serpilmiş paragraflarla öykü olmaktan çıkıp, roman haline bürünüveriyor. Türk öykücülüğünün usta ismi Rasim Özdenören, kaleme aldığı tek romanı ile bizlere son 50 yılda –Roman ilk baskısını 1979 yılında yapmıştır- meydana gelen değişimin boyutunu, yönünü ve bu değişim karşısında bizim tavrımızdaki yanlışlıkların neler olduğunu gözler önüne seriyor.
İki farklı yaşam tarzını temel alan roman; okuyucunun zihninde bu farklı yaşam tarzlarını kendiliğinden karşılaştırılmasına imkân verecek şekilde net tasvirler içeriyor. Bu tasvirler özellikle mekân ve yaşam tarzları üzerindenyapılıyor ve değişimin boyutlarını okuyucuya birebir yansıtıyor. Özdenören’in ele aldığı yaşam tarzları zaman zaman ‘bu kadarda olmaz’ dedirtse de biraz daha üzerinde düşündüğümüzde ‘bu bizim toplumumuzun gerçeği’ yargısına ulaştırıyor okuru.
Romanın, üzerine kurulduğu ve öyküsünü anlattığı yaşam biçimlerinden biri; Batı tarzı modernleşmeyi benimseyen ve çoğu zaman bunu dayatan aydınların öngördüğü yaşam biçimidir. Sitare, Yavuz, Çarli, Zelda, Marti ve Tansel bu yaşam biçimine konu olan karakterlerdir. Tüm bu karakterleri konuşturan bir de anlatıcı karakter vardır. Bu karakterlerin hepsi birbirini tanımaktadır ve aralarında çarpık ilişkiler bulunmaktadır. Sitare Çarli’nin eşi, anlatıcının sevgilisidir. Anlatıcı karakter önce Sitare’nin sevgilisi sonra Tansel’in müstakbel kocasıdır. Marti, Zelda’nın yeğenidir ve Yavuzla aşk yaşamaktadır. Daha sonra ki dönemlerde ise Yavuz’dan ayrılır. Zelda, Sitare’nin fabrikasında çalışan bir doktorun eşidir fakat İtalyan bir armatörle aşk yaşamaktadır. Bir Türk olmasına rağmen Çarli diye anılan ve gerçek ismi bilinmeyen Sitare’nin kocası yaşlı ve hasta birisidir. Sitare onun ikinci evliliğidir. Çarli’nin hastaneye kaldırıldığı gün diğer karakterlerin hepsi tatil için şehir dışına çıkar ve olayın büyük bir çoğunluğu tatilde cereyan eder. Bu tatil aslında kumardan, alkolden, dedikodulardan, entrikalardan, kıskançlıklardan ibarettir ve nitekim yazar bunları konu ederek bir yaşam tarzını açıklamaya çalışır. Kumarhanelerde paraların kaybedildiği, alkolün hatta uyuşturucu haplarıntüketildiği, yalanlarla birlikte çarpık ilişkilerin olduğu bu yaşam biçimini en iyi özetleyen olay; Anlatıcı karakterin eski sevgilisi olan Marya’nın köpeğine isim koyma arayışında, köpeğine en çok eski sevgilisinin ismini yakıştırmasıdır. Her ne kadar isimler ve olaylar bizlere yabancı gelse de yazar aslında bu karakterler ışığında, yönünü batıya çevirmiş olan toplumumuzun bir kesimini anlatmaktadır.
Romanın üzerine kurulduğu bir diğer yaşam biçimi, romana ismini veren, gül yetiştiren adama aittir. Gül yetiştiren adam 1. Dünya savaşından sonra 50 yıl hiç dışarıya çıkmamış ve bu süreçte kendisini sadece gül yetiştirmeye ve ibadet etmeye adamıştır. Yaşlı adam savaş sonrasında aldatıldığını düşünmekte ve bu durumu eve kapanarak protesto etmektedir. Gül yetiştiren adam bu sessiz protesto sürecinde kendisini peygamber kokusu yaymaya adamıştır ve tek arkadaşı ara sıra kendisinin ziyaretine gelen torunudur. Kasabalılar arasında akıllı deli olarak anılan yaşlı adam eve kapanışından 50 yıl sonra aldığı tavrın yanlış olduğuna karar vererek sabah namazını camide kılmaya, bu vesile ile de dışarı çıkmaya karar verir. Fakat 50 yıldır dışarıya çıkmayan adam kasabada ve Müslümanlarda meydana gelen değişiklik karşısında hayrete uğrar. Namaz çıkışı bu değişiklik karşısındaki hayretini dillendiren yaşlı adam, ertesi gün gazetelere, toplumu ayaklandıran, halkı galeyana getirerek isyana teşvik eden ve rejim karşıtlığı yapan bir terörist olarak geçer. Kendisini ve meydana gelen değişimi sık sık sorgulayan yaşlı adam; 1. Dünya savaşına katılan fakat cumhuriyet tarafından göz ardı edilerek ötekileştirilen Müslüman kesimi temsil etmektedir.
Romanda, bahsedilen bu iki farklı yaşam tarzının kesiştiği iki ironik bölüm bulunmaktadır. Paragraflar arasına ustaca sıkıştırılmış olan ve ilk bakışta gözden kaçabilen bu ironiler; aralarında uçurumlar olduğu düşünülen farklı yaşam tarzlarının aslında birbirine sıkıca bağlanmış olduğunu hissettirmektedir. Bu yaşam tarzlarının kesiştiği noktalardan birisi; Sitare’nin ve anlatıcı karakterin sokakta dolaşırken çiçekçi dükkânına bakarak, dünyada hala gül yetiştiren insanların var olduğunu şaşkınlıkla karşıladığı bölümdür. Bu bölümde anlatıcı karakter gül yetiştiren insanların neslinin tükendiğini düşünmesi vurgulanmaktadır. Bir diğer bölüm ise; gül yetiştiren adamın rejim karşıtlığı suçu ile tutuklanmasını, vapurda sevgilisi Tansel’i bekleyen anlatıcı karakterin gazeteden okuduğu bölümdür. Bu iki bölüm gül yetiştiren adamın öz eleştirileri ile birleştiğinde Sitarelerin, Yavuzların yaşam tarzlı ile yaşlı adamın yaşam tarzının arasında nasıl bir bütünlük ve neden sonuç ilişkisi olduğu ortaya çıkmaktadır. Nitekim söz konusu iki yaşam biçimi de aynı sürecin doğurduğu ürünlerdir. Bu süreç; yönünü batıya çevirmiş olan Türk modernleşmesi projesidir.
Yazar kültür değişimini yaşam tarzları üzerinden aktarırken, değişimi kendi dünyamızda hissetmemize imkân verecek mekan tasvirlerine de sıkça yer vermiştir. Bu tasvirler aslında daha önceleri nasıl bir dünyada yaşadığımızı ve şimdi nasıl bir dünyada yaşıyor olduğumuzu yüzümüze çarpmaktadır. Bir taraftan doğanın bir gelin gibi güzelliklerini bizlere sunduğu, diğer taraftan tüm şatafatına rağmen bize yabancı olan ve insanlardan çok binaların canlı olduğu bir mekân. Ne yazık ki insanın direnemediği değişim, en acı yüzünü mekânda gösteriyor ve insanın eylem alanı olan mekânlardaki değişim ile birlikte, insan da hiç farkında olmadan değişiveriyor. Rasim Özdenören yönünü batıya çeviren aydınlarımızın şiddetle arzuladığı mekanları ve buna bağlı olarak şekillenen yaşam tarzını şöyle aktarıyor:
“Kent ışıklı. Bir çölün ortasına kurulmuş. Başka hiçbir şey yapılamayacağı için bir kumar endüstrisi kurmuşlar burada. Eczanelerde bile kumar makineleri var. Şehir tüm gezginlerle dolu. Ev, apartman yok sanki kentte. Her taraf otel yahut motel. Banka ilanları. Korkunç ışıklı reklamlar. Kentin özeti: otel ve banka. Adım başı eğlence yerleri. Ünlü şarkıcılar. Yalnız gezginler için gazetelerde ilanlar: ‘yalnız kalmayın, beni çağırın’. Altında bir telefon numarası. Bir eczaneye giriyorum. Aspirin. Sonra aspirini bedavaya getirebilir miyim düşüncesiyle makinaya para atıyorum. Fakat makina o parayı yutuyor. Çıkıyorum. Demin gördüğüm kadın, camın ardında, gene aynı makinanın başında, boyuna para atıp duruyor, kazanıyor sanırım…” (Özdenören, 2001: 26)
Değişimin yönüne müdahil olamamamızdan dolayı yaşamak zorunda kaldığımız bu mekanların yanında, terk ettiğimiz mekanlara; bağlara, camilere, hanlara, bahçelere kısacası doğaya baktığımızda, pişmanlığımız bir suskunluk hali olarak tezahür ediyor. Nitekim Rasim Özdenören’in romanı bu suskunluğumuzla hesaplaşmamızın ta kendisidir. Bu anlamda olay örgüsü ve karakterleri ile okuyucuyu çepeçevre saran roman asıl başarısını eleştirilerinde ve özeleştirilerinde göstermektedir.
Rasim Özdenören’in kaleme aldığı ilk eleştiri, batılılaşma anlayışımıza yöneliktir. Türk romanında, roman geleneğimiz kadar eski olan batılılaşma eleştirisi 1979 yılında kaleme alınmış olan “Gül Yetiştiren Adam”da da devam etmektedir. Recaizade Mahmut Ekrem’in (Araba Sevdası), Namık Kemal’in (İntibah), Ahmet Mithat Efendi’nin (Felatun Beyle Ragıp Efendi) ve Peyami Safa’nın (Fatih Harbiye) romanlarında ilk örneklerini gördüğümüz batılılaşma eleştirisi, farklı boyutlarda Rasim Özdenören’de de görülmektedir. Fakat Rasim Özdenören’in romanında ki batılılaşma eleştirisi kendisinden öncekilerde olduğu gibi kuru bir eleştiri değildir. Onun eleştirisi, çok daha köklü bir eleştiridir ve esasında rejim eleştirisine kadar uzanır. Bu anlamda Rasim Özdenören, değişimi yanlış anlayan Türk aydınlarının ortaya koyduğu; kendisine ve toplumuna yabancılaşmış, batı özentisi ile hayatını şekillendirmeye çalışan ve sürekli aşağılık psikolojisi ile yaşayan tipleri eleştirmekle kalmaz, bu tiplerin ortaya çıkmasına neden olan olguların arka planlarını gözler önüne sermeye çalışır. Bu yönüyle Rasim Özdenören asıl eleştirilerini resmi ideolojiye yöneltir. Yazar, 1. Dünya savaşına ve Kurtuluş Savaşına katılan halkın aldatıldığını ve o dönem Müslümanlarının istiklal mahkemeleri ile zincire vurularak sindirildiğini, geriye kalan Müslümanların ise evlerine kapanarak pasif bir hale getirildiğini düşünür. İlk okuyuşta göze çarpmayan bu eleştiriler romanda aldatılmışlık duygusu ile ifade edilir. Rasim Özdenören gördüğü düş vasıtasıyla eleştirisini şu şekilde dillendirir:
“Düşümde savaşıyormuşuz, dedi adam beklenmedik bir biçimde, ne için savaştığımızı bilmiyoruz sanıyorduk hepimiz. Meğer aldatılmışsız. Garip bir Mevlüt vardı, şehit düştü. Kimse beklemezdi ondan öyle bir yiğitliği. Biliyor musun, korkaklıkta bulaşıcıdır, yiğitlikte. Hepimiz yiğitleşmiştik. Ölüm vız geliyordu herkese. Ama savaş içinde oluyor bu tabii. Çünkü ölmeyi düşünmüyorsun, çünkü kolayca ölünmüyor. Ölmek barış zamanında zor oluyor. Çünkü ölmeyi düşünmeye başlıyorsun o zaman, birde elde etmek istediğin şeyler söz konusu. Savaşırken bir şeyler elde edebileceğine inanıyorsun ölmekle, barış zamanındaysa bu yok işte. O zaman da savaşta ölmek kolay oluyor barışta zor. Ölümü göze almakla elde etmek istediğimiz bir şey vardı bizimde savaşırken…savaştan sonra baktık ki, onlar için savaşmamışız. Düpedüz aldatılmışız” (Özdenören, 2001: 35-36).
Rasim Özdenören’in sistem muhalifliği sadece aldatılma duygusundan kaynaklanmamaktadır. Nitekim romanın aralarına serpilmiş olan ince eleştirilerde batılılaşmayı arzulayan resmi ideolojisinin baskıcı tavrına göndermelerde bulunmaktadır. Tek ziyaretçisi olan torunuyla dertleşen yaşlı adam, okul zamanları torunun sabah namazları kılamadığını sadece tatillerde kılabildiğini öğrenmesi; resmi eğitim sisteminin medrese usulünden farklı olarak doğrudan ya da dolaylı olarak namaz kılma hususunda engellediğini ima etmektedir. Aynı şekilde 50 yıl sonra bir sabah namazı vesilesi ile dışarıya çıkmaya karar veren yaşlı adamın camide fötr şapka görerek hayretlere düşmesi ve bizlere “sizden öncekiler kafirlere benzemeye çalıştıkları için helak oldular” ayetini hatırlatması, bize ait olmayan bir unsurun tam da bizim içimizde filizleniyor olduğunu göstermesi; Cumhuriyet dönemi inkılaplarının eleştirisi niteliğindedir. Nitekim yaşlı adamın hayretler içinde bakakaldığı fötr, Cumhuriyet dönemi şapka inkılâbının bir zorunluluk olarak toplumumuza dayattırdıklarındandır. Yine cami çıkışında yaşlı adamın cami cemaatine ‘siz hangi millettensiniz?’ sorusunu yöneltmesi ve bu vesile ile Müslümanları kafirlere benzemek istemelerinden dolayı isteğinden dolayı eleştirmesi sonrasında, rejim karşıtlığı ile suçlanarak tutuklanması, aynı sistemin baskıcı tavrını gözler önüne sermektedir. Rasim Özdenören çağdaşlaşma iddiası ile sistemin bir kesime baskıcı tavır almasını ve bunun karsında halkın tavrını şu şekilde özetlemektedir:
“…Eskiyi – acaba eski diye düşündükleri nasıl bir şeydi kafalarında, çok belirsiz, kaypak, saydam bir şey olmakla birlikte, gene de sinsi bir kötülük, unutulması gereken kötü bir öz vardı eski olanda- böyle böyle unutacaklardı. Bu yüzden biraz sevinçliydiler de. Çünkü gelen her değişiklik, eski olanın üzerine bir cila, bir vernik çekiyordu. Boyunlarında zincirlerle sırf şapka giymeyi reddettikleri için başka şehirlere itile kakıla sürülen, oralarda asılan insanlar, bu hemşeriler, hatırlamıyordu artık. Kıyıda köşede bu insanlardan konuşulduğunu işitenlerse, onların neye niçin direnmek istediklerini bir tür kavrayamıyorlardı, bir çeşit aptallık yapmışlardı onlar. Bir hiç için…” (Özdenören, 2001: 63).
Rasim Özdenören, batılılaşmanın ve bu batılılaşma anlayışının arkasında yatan siyasi iradenin eleştirisini, batı taklitçiliği yapan tipler üzerinden yaptıktan sonra bir adım daha ileriye giderek, batılılaşma karşıtı olan aydınların eleştirisini yapar. Bu eleştiri batılılaşma eleştirisine nispeten daha az işleniyor gibi görünse de önem bakımından çok daha dikkate değerdir. Rasim Özdenören’in romanını diğerlerine göre biraz daha farklı ve önemli kılan da bu özeleştiridir. Bu özeleştirinin genel karakterini 1. Dünya savaşı sonrası samimi Müslümanların çaba göstermeyerek, kendi değerlerinin savunuculuğunu yapmaktansa, evlerine kapanmış olduğu düşüncesi oluşturmaktadır. Gül yetiştiren adamın hikayesi, batı taklitçiliği eleştirisinin yanında biraz da yaşadığı 50 yıllınsorgulamasını yapan geniş bir kesimin hikayesidir. Maalesef bu sorgulama sonrasında, 1. Dünya ve Kurtuluş savaşında asıl emek veren kesimin, batılılaşma karşısında mağlubiyeti söz konusudur. Gül yetiştiren adamın bu özeleştirisi torunuyla dertleştiği bölümde şu şekildedir:
“…Düpedüz aldatılmışız, işte insanın zoruna giden bu oluyor.
Bunun için mi eve kapanıyorsun diye sordu çocuk.
Sanırım bunun için.
Ama kabahat sizi aldatanlarda, dedi çocuk, sizin günahınız yok ki bunda.
Mesele yalnızca bu değil tabii. Bizi aldatanlara karşı bir şeyler yapmamız gerekirdi, yapmadık. Bilmem belki bunun utancına katlanamadım, onun için eve kapandım.
Dede, diye seslendi çocuk büyük bir adam tavrıyla, ne yapmak istediğini belki daha sonraları daha iyi anlarım ama şimdi, gerekli olan bir şeyi yaptığına inanıyorum.
Hiç bir şey yapmadığıma inanmak daha doğru olur. En doğrusu belki de nankörlüğe katlanmış olduğumuzu söylemektir. Bu da iyi bir şey değil açıkçası.
Ben sanki, diye duraksadı çocuk, bana öyle gelmiyor.
Ha bak, diye söze atıldı adam, birden aklıma geldi, asıl önemlisi, en önemlisi, savaştan sonra olup bitenlere bulaşmak istemedim. Evden çıkınca üzerime sanki bir menfurluk bulaşacakmış gibi geldi bana hep. Bundan da kaçtım. Ama elli yıldır ilk kez şimdi fikrimi değiştiriyorum. Eve kapanıp kalmakla insan değiştirmek istediği bir dünyayı değiştiremez. Ama bunu anlamam için elli yılın geçmesi gerekiyormuş”(Özdenören, 2001: 36).
Romanda yer alan bu satırlar, sorumluğun biraz da cereyan eden olaylar karşısında evlerine kapanarak ses çıkarmamayı tercih edenlere ait olduğunu ifade etmektedir. Bu özeleştiri kuru kuruya batı taklitçiliğini eleştirmekten öte üzerine düşen görevi yerine getiremeyen bir kesimin pişmanlığını dillendirmektedir. Bugüne gelindiğinde ise vakit geçmiştir ve alması gereken tavrı zamanında almayan gül yetiştiren adamlar, artık meczuplukla nitelendirilmektedir. Bunun nedenini, değişim karşısında kendi değerlerini kaybedip, kendine has olan unsurlara şaşkınlıkla yaklaşan insanlardan ziyade değişim karşısında alacağı tavrı netleştirememiş ya da yanlış tavır almış insanlarda aramak gerekmektedir. Bu nedenle okunduğunda gıpta ile bakılan ve övgülerle anlatılan gül yetiştiren adam, en az batı taklitçiliğini benimsemiş ve bu uğurda ismini değiştirmeye dahi gönüllüolmuş olan insanlar kadar mesuliyet sahibidir. Çünküistemediği bir değişim karşısında kişinin söz söyleme inisiyatifini ortaya koyamaması, bu değişimin sonuçlarını da peşinen kabul etmesi anlamına gelmektedir. Bu anlamda ilk bakışta Rasim Özdenören’in övgüyle karşılanan gül yetiştiren adam karakterinin bizzat kendisi, hatasının farkına varmakta ve aslında tüm bu değişimin sonuçlarında, biraz da kendisinin payının olduğunu ifade etmektedir. Bizi slogan kültürü geliştirmekten öteye götürmeyecek olan batı taklitçiliğinin eleştirisinden ziyade, kendi özdüşünümselliğimizi yapmak, hele bunu Rasim Özdenören ustanın kaleme aldığı gibi kendimizi incitmeden, kendimize söylemek, bundan sonraki karşılaşacağımız değişimlerin getirdiği problemler karşısında alacağımız safı belirlemede çok daha faydalı olacaktır.
1 ÖZDENÖREN, Rasim (2001), Gül Yetiştiren Adam, İz Yayıncılık, İstanbul.
Rasim Özdenören anısına yayımladığımız bu metin daha öncesinde Tasfiye Dergisinde (21) yayımlanmış bir metnin yeniden gözden geçirilmiş halidir.