Hüseyin Çil1
Bugün Gazze’de ve genel olarak Filistin’de yaşanan durum pek çok sabite üzerine düşünmeye fırsat sunduğu gibi “İnsanlık” adına düşünme fırsatı da sunuyor. Bu olay televizyonda gördüğümüz, sokakta bulduğu para dolu çantayı sahibine teslim eden insanlar ya da bir emeklinin maaşını çalmaya yeltenen insanlar kabilinden bir iyilik-kötülük dikotomisinden öte bir durumu ortaya koyuyor kanımca. Çabucak haber değerine tahvil edilebilen vakayi adiyelerden farklı bir manzarayla karşı karşıyayız. Gazze’de yaşananlar büyük harflerle “İnsanlık” adına düşünmek için önemli bir çıkış noktası olabilir. İnsanlık ölmüş ya da ölmemiş dedirten gündelik olayların ötesinde bir “İnsanlık durumu” bu. Zira bizi tümel olarak “İnsanlık” adına bir sorgulama yapmaya sevk ediyor. Bu nedenle özgeci kişileri diğerlerinden ayırmaya yarayacak bir turnusol kâğıdı olan günlük iyilik ve kötülük haberlerinin ötesinde bir değerlendirmeyi fazlasıyla hak ediyor.
Özellikle Avrupa ülkelerinin hükümetlerinin ve Amerikan hükümetinin mide bulandırıcı açıklamaları böyle bir değerlendirme için başlangıç noktası olarak alınabilir. Gazze’de yaşanan vahşet ve soykırım karşısında hükümet sözcüleri veya bizatihi yöneticilerinden duymaya alıştığımız “demokratik ve barışçıl bir çözümü” destekledikleri kabilinden açıklamalar İnsanlık durumuna ilişkin bir değerlendirmeye nerden başlayabileceğimizi de gösteriyor.
İnsanlık derken bunun tarihsel olarak belli bir toplumda ve belirli şartlarda inşa edilmiş ve daha sonra tarihsel niteliğinden kolayca arındırılıp saflaştırılarak evrenselleştirilmiş bir kavram olduğunu baştan belirtmek gerekir. Dolayısıyla ilk yapılması gereken şeylerden birinin, İnsanlık denilen bu mefhumun yalnızca Gazze’de vahşet uygulayan tarafını değil bizatihi kendisini tarihselleştirip sorgulamak olduğunu düşünüyorum. Aksi takdirde evrensel İnsanlık nosyonuyla yolumuza devam ederek inşa edilmiş bir “evrensel” değerin kuyruğunda eninde sonunda “demokrasi iyi ama çevresi kötü” kabilinden bilindik bir sonuca ulaşmak mukadder gibi duruyor. Bu da adı geçen hükümetlerin her zaman başvurduğu “politik doğruculuk” silahına barut taşımak oluyor. Silah diyorum çünkü bugün Gazze üzerine üretilen ve Avrupa merkezli olsa bile giderek Doğu’ya doğru da yayılan politik söylemin en önemli payandalarından birisi olarak “politik doğruculuk” öne çıkıyor. Ne zaman ortaya cidden üzerine konuşulması ve aksiyon alınması gereken bir durum çıksa; demokrasi, insan hakları, barış, uluslararası hukuk, insanlık suçu gibi politik doğruculuğun en işlevsel aletleri tedavüle girerek meseleyi hem üzerine konuşulması zor hem de müdahale edilmesi imkânsız bir kangrene dönüştürüyor. Politik doğrucu çerçeve, bizi ister istemez demokrasi iyi ama onu uygulayanlar kötü, insan hakları iyi ama Netanyahu kötü gibi bir sonuca götürüyor. Doğal olarak biz de politikacıları, ulus aşırı şirketleri, uluslararası karar alıcıları konuşuyoruz ve kıyasıya eleştiriyoruz. Ne büyük konfor! Ancak evrensel iyi olarak demokrasi ve insan hakları, köşesinde bir gün kendisini ihya edecek kahramanları bekliyor.
Demokrasi, insan hakları, insanlık suçu vb. kavramlar evrensel birer değer değil tarihsel inşalardır. Tarihin belli bir anında belli bir toplumda ve belli çıkar grupları için ortaya atılmış ve daha sonra evrenselleştirilmiştir. Tarihi olan her şey gibi olumsallıklara gebedirler ve öyle de oluşmuşlardır. Dolayısıyla var oluşlarını çevreleyen şartlardan bağımsız düşünülmeleri mümkün değildir. Şu an olduğu şekliyle karşımızda duruyor olmaları başka türlüsünün olamayacağı anlamına gelmez. İnsanlık, İnsan hakları, İnsanlık onuru gibi ifadelerin refere ettiği çerçevenin özünde içinden çıktıkları dönemdeki Burjuva dünyası olduğu ve bugünkü yaşanan somut olay için de kullanıldığında farklı bir referans çerçevesinin olmadığını düşünmek için yeterince nedenimiz var.
Lafı çok uzatmadan şunu söylemekle yetineyim: Bütün bu kavramların atası sayılabilecek Hümanizm, Johann Gottfried Herder’in belirttiği gibi -insan türünün bir karakteri sayılarak evrenselleştirilmeye yüz tutsa da- geliştirilmeye muhtaçtır ve hümanizme doğru gerçekleşecek bu eğitim/gelişim süreci (bildung), kestirmeden söylersek Avrupalı bir eğitimdir. Eğitimden geçmeden önce türün dünyaya ilişkin hazır bulunuşluğu eksik kabul edilir ve bir tabula rasa olarak var olan bu primat tarihsel olarak belirlenmiş biçimde bir bildung sürecine tabi tutularak human olur. Bir başka deyişle, bugün İnsanlık’tan anladığımız şeyin karşılığı olma manasında insanlaşır ve insan türünün karakteri gibi evrensel bir nosyon çok geçmeden tarihsel bir maya ile yoğurularak Batı Avrupalılaşır.
Günün sonunda o mertebeye ulaşamayanlar için de-hümanizasyonun yolu açılmış olur. Tenzili rütbeye uğratılan human tekrar primat’a indirgenir ve katli dahil olmak üzere başına gelebilecek kötülükler için hemcinslerinin başına gelenlere endişe edildiği kadar endişe kafidir. Zikrettiğim politik arenada vahşete karşı, sessizlikten desteklemeye kadar uzanan pozisyonların; bütün bu kavramların evrensel olmadığını, belirli insanlarla, toplumlarla ve tarihle kayıtlı olduğunu ve sadece onlar için (primatlar için değil) işlediğinde aslına uygun davranılmış olduğunu, bu politik aktörlerin bizden çok daha iyi biliyor olmasına bağlıyorum. Zira Herder’in dediği gibi “türün bir karakteri” olarak kalsaydı ve tarihselleşmeseydi hümanizm bütün bunların olmasına izin vermezdi.
Bugün özelde Gazze’de genelde Filistin’de olanları insan haklarına aykırı, insanlık onurunu zedeleyici, uluslararası hukuka ters ya da anti demokratik olarak nitelerken üzerinde durup düşünmek gerekir. Bu kavramlarla “şereflenen” insan hangi insandır? Müslümanların bu soruyu sürekli akıllarında tutmaya ihtiyacı var; ancak bunu “hilal ile haç savaşı” şeklinde vülgarize etmeden yapmak elzem görünüyor. Bununla ilgili olarak üzerinde durup düşünmek gereken bir başka husus ise bütün olup bitenin sorumluluğunu kimde göreceğimize ilişkin. Birçok Avrupa kentinde, Amerika’da, Gazze’de yaşananlara karşı farklı toplum kesimlerinden yükselen ve kimi zaman Müslüman dünyadaki tepkilerin ötesine geçen güçlü karşı çıkışları göz önünde bulundurursak, Müslümanların önünde önemli bir imtihan daha beliriyor. Müslümanların İnsanlıktan bahsederken kimin insanlığından bahsedildiğini temyiz edebilecek vasfı göstermeleri gerektiği gibi iyiyle kötüyü ayırt etmek gibi zor bir görevleri daha var ortada.
Politikacılarla halkı, siyasal elitlerle sıradan insanları tek bir “Batı” potasının içinde değerlendirme tehlikesi hiç uzak değil ve üstelik bunun var olan durumu yeniden üretme olasılığı yüksek. Sivil tepkiler gösteriyor ki temsili demokrasi temsil krizini aşamıyor. Bazı Batı ülkelerinin deneyimlerinin gösterdiği gibi, halk ile temsilcileri arasındaki makas kritik karar anlarında açılma eğiliminde. Bu açığı kötücül komplolarla kapatmak yerine bir fırsat olarak görmeyi ve desteklemeyi, Müslümanlar için bu kadar kötülüğün arasından çekip çıkarılabilecek en önemli iyiliklerden birisi olduğunu düşünüyorum. Tarihsel bagajından arınmış bir “İnsanlık”tan söz edeceksek ya da yeni bir “İnsanlık onuru” fikrini -belki de yerine başka bir kavram kullanarak- gündeme taşıyabileceksek asgari zeminin burası olabileceğini söylemek mümkün görünüyor.
- Doç. Dr., Selçuk Üniversitesi, Sosyoloji Bölümü Öğretim Üyesi. İletişim Adresi:
hcil_07@hotmail.com ↩︎