Mehmet Sait Şimşek*
Ne peygamberimiz ilk peygamberdir, ne Kur’an indirilmiş ilk kitaptır ve ne de Müslümanlar hak dine tabi olmuş ilk ümmettir. Bizden önce nice ümmetler geçmiştir. Aslında yeryüzünde yaşayan insanlar o ümmetlerin devamıdır.
Diğer toplumlar da geçmişte indirilmiş bir dine mensuptu ama günümüzde indirilmiş bir dine mensubiyetleri bilinen üç topluluk vardır: Yahudiler, Hristiyanlar ve Müslümanlar. Diğer topluluklar da kadim zamanlarda hak dine mensup iken günümüzde ondan bütünüyle uzaklaşmışlardır. Yahudi ve Hristiyanların da inanç ve amelde diğerlerinden az da olsa hak dinden uzaklaştıkları kanaatindeyiz. Bu son iki topluluğun kitaplarında kısmi tahrifler olmuş olsa da tahriflerin büyük kısmı yorum tahrifinden kaynaklanmaktadır. İşte bu nedenle dini yaşayan din, yani mensuplarının yaşadığı din, bir de kitaptaki din şeklinde ikiye ayırıyoruz. Yaşayan her dinde zamanla asıldan uzaklaşma kaçınılmazdır. O halde yaşayan İslam dininde de kaçınılmaz olarak asıldan uzaklaşma yaşanmaktadır. Kur’an’ın geçmişte sapmış toplumların sapmalarına dair örnekler bu sebeple verilmektedir; İslam ümmeti bundan ibret alsın ve dikkatli olsun diye.
Sözünü ettiğimiz gerçek dinden uzaklaşma ve sapmaları Müslümanlar neye dayanarak tekrar rayına oturtacaklar? Bu konuda temel kaynak şüphesiz ki Kur’an-ı Kerim’dir. O, dinin tamamını içerir.
وَنَزَّلْنَا عَلَيْكَ الْكِتَابَ تِبْيَانًا لِكُلِّ شَيْءٍ وَهُدًى وَرَحْمَةً وَبُشْرَى لِلْمُسْلِمِينَ (89)
“Sana bu kitabı her şeyin açıklayıcısı, doğru yola kılavuzluk eden bir rahmet ve Müslümanlara müjde olarak gönderdik.” (16 Nahl 89).
Öncelikle Kur’an’ın rehberliği gerekmektedir çünkü ona batıl karışmamış ve insan eli değmemiştir. Ayrıca o, Allah’ın koruması altındadır
Sözünü ettiğimiz uzaklaşma sonucunda günümüzde Müslümanlar arasında tefrika çoğalmıştır. Oysa tarafların tamamı Kur’an’ın bir değişikliğe uğramadan günümüze ulaştığını kabul etmektedir. O halde Müslümanların birliği açısından da buna ihtiyaç vardır.
Kitap Ehli dini şu veya bu tarafa çekip Peygamber’e karşı çıktıklarında şu ayet indirilmiştir:
أَفَغَيْرَ اللَّهِ أَبْتَغِي حَكَمًا وَهُوَ الَّذِي أَنزَلَ إِلَيْكُمْ الْكِتَابَ مُفَصَّلًا وَالَّذِينَ آتَيْنَاهُمْ الْكِتَابَ يَعْلَمُونَ أَنَّهُ مُنَزَّلٌ مِنْ رَبِّكَ بِالْحَقِّ فَلَا تَكُونَنَّ مِنْ الْمُمْتَرِينَ (114)
“Kitabı size ayrıntılı olarak indirdiği halde Allah’tan başka hakem mi arayayım? Kitabı kendilerine verdiklerimiz, onun, Rabbin katından gerçek olarak indirildiğini bilirler. O halde kuşkuya düşenlerden olma.” (6 En’am 114).
Peygamberin de rehberi Kur’an’dır; ayette Peygamberin de başka bir hüküm kabul etmediği açık bir şekilde ifade edilmektedir. Zira Kur’an’ı görmezlikten gelene Allah şeytanı musallat eder. (Bk.43 Zuhruf 36-37)
Müslümanlar arasındaki tefrikanın çözüm yolu da Kur’an’dan geçer. En azından tefrikanın azalacağından söz edebiliriz. Cüz’i yorum farklılıkları olsa da yaşayan Mezheplerin en büyüğü olan iki mezhep Kur’an’ın bir tahrife uğramadan günümüze geldiğini söylemektedir. Diğer küçük mezhepler de bunu kabul etmektedir.
Kur’an’a her vurgu yapıldığında kimileri hadis ve sünnet, kimileri de ya mezhebimiz ya âlimlerimiz ne olacak derler.
Her ne kadar Kur’an’a vurgu yapanlara karşı çıkanların önemli bir kesimi mezhepleri, tarikatları, âlimleri vs. öne çıkarsa da bunlardan çok daha önemli olan Peygamberin hadisleri ve sünneti meselesini ele alacağım:
Kur’an-ı Kerim’de Peygamber’e itaat, onun peşinden gidilmesi, usvei hasene olarak örnek alınması, anlaşmazlıklarda Allah ve resulüne başvurulması gerektiği gibi hususlar yer almaktadır. Bu hususların yer aldığı ayetlerin bağlamlarından hareketle o ayetlerin o dönem Müslümanlarına hitap ettikleri şu veya bu sebeple iddia edilebilir ise de şahsen onların bize de hitap ettikleri kanaatindeyim. Anladığım kadarıyla Kur’an’da yer alan her bir ayet şu veya bu şekilde bize de hitap etmektedir. Peygamberin özel durumları ve onlara özel hitaplar bile Peygambere iman kapsamındadır; nasıl bir peygambere iman ettiğimize dair beyanlardır.
Sözünü ettiğimiz hususlar Kur’an’da yer almamış olsaydı bile كِتَابٌ أَنزلْنَاهُ إِلَيْكَ مُبَارَكٌ لِيَدَّبَّرُوا آيَاتِهِ وَلِيَتَذَكَّرَ أُولُو الألْبَابِ “(Kur’an öyle) mübarek bir kitap ki akıl sahipleri ayetleri üzerinde inceden inceye düşünsünler ve öğüt alsınlar diye onu sana indirdik.” (38 Sad 29) ayeti peygamberden gelen haberleri önemsememizi gerektirirdi. Her halde Peygamber ölülere sevap göndermek için veya anlamadan Kur’an okumuyordu. Bu ayette istenen şekilde ayetleri üzerinde tedebbur ederek okuyordu ve kendisini ilgilendiren hususları hemen uyguluyordu.
Kimse Peygamberden Kur’an’ı daha iyi anladığını iddia edemez. Kur’an’ı anlayarak okuyan ve ayetleri üzerinde tedebbür eden Peygamber, elbette anladıklarını ve vardığı sonuçları ihtiyaç halinde sahabesine de aktarıyordu.
Az önce sözünü ettiğimiz Peygambere itaat, örnek alınması vs. gibi hususlarla onun Kur’an’ı en iyi anlayan olması nedeniyle vefatından sonra Müslümanlar söz ve davranışlarını ele alan hadis ilmi ve metodolojisini kurmuşlardır. Peygamberin vefatından sonra ona sormak mümkün olmadığından ta sahabe döneminde birbirlerine Peygamberin hadislerini aktardıklarına dair haberler bize gelmiştir. Buna rağmen Hz Ebu Bekir döneminde Kur’an cemedilmiş ama ne Ebu Bekir ne de diğer Raşid halifeler döneminde hadislerin toplanması konusunda bir girişimde bulunulmuştur. Hatta Hz. Ömer çok hadis rivayet eden Ebu Hüreyre’yi hadis rivayet etmekten menetmiş ve hadis nakleden bir sahabi gördüğünde o hadisi Peygamberden duyduğuna dair şahit getirmesini istemiştir.
Eğer bugün bazı kesimler tarafından ileri sürüldüğü gibi hadisler dinin kaynağı olsaydı kuşkusuz Raşid halifeler döneminde hadislerin toplanması için komisyonlar toplanır ve onların toplanması için sahabe seferber olurdu.
Bu sözlerimle hadislerin önemini azaltmak peşinde olmadığımı belirtmek isterim. Peygamber’in söz ve davranışlarını içeren hadisler sadece ve sadece Kur’an’ın açıklaması mahiyetindedir. Ayrıca din sadece bir anlatımdan ibaret olmayıp bir de pratiği vardır. Özellikle şekli ve zamanı belirlenmiş namaz gibi ibadetler sünnetle belirlenmiştir. O halde hadis ve sünnet dinin kaynağı değil, Kur’an’ın açıklamasında kaynaktır. Bu nedenle Şatibi her hadisin mutlaka Kur’an’da bir dayanağının olması gerektiğini söylemektedir.
Namaz konusunda iki aşırı uçtan söz etmek istiyorum:
Sünneti bütünüyle göz ardı etmek isteyenler ki bunlar, Peygamber’den önce de namazın var olduğunu söyler, dolayısıyla Peygamber’in Sünnetine bir ihtiyaç olmadığını hatta Kur’an’a dayandıklarını söyleyerek belirli dönemlerinde kadınların namaz kılması gerektiğini ileri sürerler.
Peygamberden önce de namazın kılındığını söyleyenlerin sözünü ettikleri namaz müşrikler ve Kitap ehlinin aktarmasıdır. Belki kasıtları o değildir ama iddialarıyla müşrik ve Kitap ehlinin aktarımına güveniyorlar ama Müslümanların aktarımına güvenmiyorlar.
Bu kesimin tam zıddı davranış içerisinde olanlar ise Peygamberin sünneti olmasaydı nasıl namaz kılacağımızı bilemezdik diyerek hadis diye gelen, en azından sahih oldukları söylenen her hadisi kabul etmemiz gerektiğini ileri sürerler. Oysa namaz gibi günde beş vakit her Müslüman tarafından tekrar edilen, ayrıca İslamiyet inkıtaa uğramadığı için nesilden nesile aktarılan namaz ile hayatta bir veya birkaç kez gündeme gelen meselelerin zapt yönünden bir midir? Bilindiği gibi namaz fiili sünnete girer ve fiili sünnet en güçlü sünnet olup diğer hadislere benzemez.
Türkiye Müslümanlarını baz alırsak –başkasını hadis münkiri olmakla itham eden hadis savunuculuğuna soyunmuş olanları kastediyorum- bunlar hadis ehli olmadıkları gibi ne hadisten anlarlar ne rical bilgileri vardır. Aslında onların dertleri mezhep ve meşrepleridir fakat bunu hadis ve Peygamberi savunuyorum görüntüsü altında yaparlar. Bunların birçoğu ise ulusalcıdır; Türkiye Şii olsaydı Şia mezhepçiliği yapardı. Oysa ne mezhep ne de meşrep İslam’ın üst başlığıdır; üst başlık Kur’an’dır. Nakledilen hadisler de üst başlık değildir, nakledilen hadisler için de üst başlık yine Kur’an’dır.
Delillere dayanmaksızın sırf o bölgede doğdu yahut bir mezhep ve meşrebin eğitimini aldı diye o mezhep veya meşrep bağlıları, o mezhep ve meşrebi savunma hak ve yetkisine sahip değilken başka mezhep ve meşreplerin aleyhinde konuşma hak ve yetkisine nasıl sahip olsunlar ki? Buna rağmen mezhep konusunu gündeme getirip diğer mezhep mensuplarını sapıklıkla itham eden ve onları tekfir ederek kargaşa ve fitne çıkaranlar çoğunlukla bu kesimdir.
Delillerin kaynağına inemeyen ve bu delilleri değerlendirme istidadında olamayanların Müslüman ümmetin kahir ekseriyeti olduğunu biliyoruz. Bu sebeple mezhepler ümmetin dininin pratiğini yaşayabilmesi için faydalı kurumlardır. Fakat bir mezhebin mensubu olmak başka mezhepçilik yapmak başka bir şeydir. Mezhebe bağlanan Müslümanlar başka bir çare bulamadıkları için aslında bağlanırlar ve bir mezhebe bağlı olmak bu sebeple övünülecek bir durum değildir.
Günümüzde İslam âlemi için en büyük tehlikelerden biri mezhep çatışmasıdır. Mezhep çatışmasının sadece Müslüman olmayan ve İslam âlemine müdahale etmek için pusuda bekleyen gayr-ı müslim sömürgecilere yarar. Mezhep çatışmasında her bir taraf diğer mezhepleri hedef almakta ve asıl mezhepçilik yapanların diğerleri olduğunu söylemektedir. Oysa her mezhebin bağnazları vardır ve hiçbir mezhep bu bağnazların fitne ve mezhepçiliklerinden masun değildir. Kur’an’a yönelmenin bir nebze olsun bu fitneyi hafifleteceği kanaatindeyim.
Özellikle toplumsal değişimlerin hızlandığı dönemlerde bütün toplumlarda muhafazakârlık etkili bir damardır. Müslüman toplumlarda muhafazakârlık damarı ulusalcılık ve İslamcılık karışımından oluşur. Ülkemizde bu eğilime sahip olanların önemli bir kısmı: ”Bin yıldır Müslüman bir milletiz; Mevcut din anlayışımızla bir din algımız, bir kültürümüz oluşmuş; adet ve geleneklerimiz oluşmuştur. Yine bu anlayışımız ve kültürümüz sayesinde beş asır Müslümanların bayraktarlığını yapmışız. Bu din anlayışımız değişikliklere uğrarsa tarihteki konumumuzu yitirebiliriz endişesi taşırlar. Günümüzde ulusalcılık damarın dindar bilinen kesimde güçlü olmasının nedenlerinden biri kanaatimce budur. Hâlbuki din anlayışımızın hurafelerden ayıklanması bize daha da güç katacaktır. Ayrıca oluşan kültür içerisinde Kur’an’a ters düşmeyeni devam eder, gelenek ve göreneklerimiz de öyle. Yeter ki bunları din olarak görmeyelim.
“Onlara: ‘Allah’ın indirdiğine uyun.” dendiği vakit de: Yok, atalarımızı neyin üzerinde bulduysak ona uyarız.” ( 2 Bakara 170) ayeti acaba sadece cahiliye dönemindeki müşrik Araplara mı hitap ediyor.
Az önce de belirttiğimiz gibi elbette Peygamberimiz Kur’an’dan pratiğe aktarılacak emirleri bizzat kendisi pratiğe aktarmış, nazari meselelerle ilgili ayetleri tedebbür etmiş ve vardığı sonuçları sahabesine aktarmıştır. Hatta müminlere güzel örnek olması ve kendisine itaat etmemizin istenmesi nedeniyle hata etmişse vahiy tarafından mutlaka düzeltilmiştir. Zira Allah yanlışı örnek almamızı ve yanlışa itaat etmemizi istemez.
Bir Müslümanın Peygamberi dışlayarak kendisinin Kur’an’ı daha iyi anladığını iddia etmesi mümkün değildir. Böyle birinin peygamber inancında da, Kur’an’a imanında da problem vardır. Ne var ki Peygambere nispet edilen hadisleri Peygamberin kendisinden duymadık, arada aracılar var ve bunlar masum değildir. Arada kötü niyetliler olabilir, hafızası kendisini yanıltmış olanlar olabilir hatta peygamberden hadisi işitirken yanlış anlamış olabilir, Peygamberin konuşmasının yarısında oraya gelmiş ve konunun bütününü yakalayamamış olabilir vs. Aslında âlimler de geçmişte olaya böyle bakmış ve içtihatlarında sahih diye bilinen veya iddia edilen hadislerin tamamını delil olarak almamışlardır. Sahih diye bilinen hadislere dört mezhep içerisinde uymayan mezheplerin başında Hanefi mezhebi gelmektedir. Bu, erbabınca bilinen bir husustur.
O halde nakledilen hadislerde problem ravi dediğimiz aracılardadır, değilse Peygamberin bizzat kendisinden duyduğu halde onun dediğini kabul etmeyen kişi Müslüman bile değildir. Bu nedenle Müslüman âlimler nakledilen rivayeti kabul etme veya reddetme konusunda birtakım kriterler ileri sürmüşlerdir. Günümüzde tartışma daha çok nakledilen rivayeti Kur’an’a arz etme meselesidir. Kur’an’a ters düşen rivayeti kabul edecek miyiz, etmeyecek miyiz?
Hadis işiyle uğraşan âlimler iki sahih hadis biri biriyle çelişirse daha sahih olanı alınır, derler. Peki, Kur’an’dan daha sahih rivayet mi var?
Bazı kimseler –ki aralarında ilahiyatçılar hatta ünvanlılar da var- rivayeti Kur’an’a arz ederim, Kur’an’la çeliştiğini görürsem reddederim, diyenleri de hadis münkiri olarak ilan edebiliyorlar. Aynı mantıkla hareket edersek onlar niye Kur’an münkiri sayılmasınlar ki?
Kendisinin de diğer peygamberlerin de en çok üzerinde durdukları tevhit ve yalnız Allah’a kulluk olduğu halde: “Eğer Rahman’ın bir çocuğu olsaydı, ona kulluk edenlerin ilki ben olurdum” (43 Zuhruf 81) diyen bir peygamberin Kur’an’a muhalif bir söz söylemesi veya bir davranışa davet etmesi mümkün müdür?
“Benden size bir haber ulaştığında onu Kur’an’a arz ediniz; Kur’an’a uyuyorsa onu söylemişimdir, uymuyorsa söylememişimdir” anlamında Peygambere nispet edilen bir rivayet vardır. Bazı âlimler bu rivayetin sahih olduğunu söylerken bazıları da uydurma olduğunu söylemektedir.
Hadisçilerin ve hadis ricaliyle ilgilenenlerin, hadisin sahih olup olmadığı meselesiyle ilgilenmeleri doğaldır. Hadisin sahih olmadığını her söyleyenin kastı, Kur’an’la çelişen ve senedi sahih kabul edilen hadislerin sahih olabileceği değildir. Ama bir kısmı, Kur’an’la çelişiyor olsa da o hadisin madem senedi sahihtir, o halde o hadis sahihtir ve onunla amel edilir hatta çeliştiği ayeti nesih etmiştir, görüşündedir. Bunu söyleyen âlimlerin azınlıkta olduklarını belirtelim. Problem bu bakış açısındadır yoksa arz hadisinin sahih olup olmamasında değil.
Her şeyden önce Peygamber ne dinin kurucusudur ne de sahibidir. Dini vaz’eden ve onun sahibi olan Allah’tır. Peygamberin kendisi de kendisine Allah’tan gelen vahiylerle dini öğrendi:
“İşte Biz sana emrimizden bir ruh vahyettik. Sen kitap nedir, iman nedir bilmezdin; ne var ki Biz onu kullarımızdan dilediğimiz kimseyi kendisiyle doğru yola eriştirdiğimiz bir nur kıldık.” (42 Şuara 52).
Ayette sözü edilen “ruh” ve “nur” kelimeleriyle Kur’an’ın kastedildiği açıktır.
Peygamberin bütün çabası Allah’tan kendisine indirilen Kur’an’a uymaktı. O, kendisine indirilene uyma konusunda diğer insanlara örnektir. Allah’tan gelen vahiylere ilk teslim olan olmakla emir olunduğunu söylemektedir. (Bk. 5 En’am 14, 39 Zümer 12). Onun Kur’an’la çelişen söz söylemesi ya da tavır takınması düşünülemez. Allah’ın indirdiği vahye aykırı bir davranışı olduğunda da uyarılmıştır. Bu ayetlere “ıtap/uyarı, kınama” ayetleri denilmektedir. Kendisine uyarı geldikten sonra o davranışını mutlaka düzeltmiştir. Değilse kendisine itaat etmemiz ve onu örnek almamız Allah tarafından emredilmezdi.
“ Eğer (Peygamber) bize isnat ederek bazı sözler uydurmuş olsaydı, mutlaka onu kudretimizle yakalardık. Sonra da onun şah damarını mutlaka keserdik. Hiçbiriniz de bu cezayı engelleyip ondan savamazdı. Şüphesiz Kur’an, Allah’a karşı gelmekten sakınanlara bir öğüttür.”69/38—48)
Yapılması gereken şey, hadisleri Kur’an’ın yanı sıra paralel bir din olarak görmek değil, Kur’an’ın hakemliğinde hadisleri kabul etmek ve onları Kur’an’ın açıklaması olarak görmektir. Bu sebeple hadis savunmasına soyunanlar, sahih bildikleri bir hadisi ret eden birini gördüklerinde muhatabı hadis münkiri veya Peygamberi dışlayan biri olarak yaftalamadan önce o hadisin Kur’an’a uygun olduğunu, ona aykırı düşmediğini ispatlamaktır.
Kur’ancı diye nitelenenlerin itham edildikleri hususlardan biri de müsteşriklerin peşinden gitmeleri ve onların oyuncağı haline geldikleridir.
Doğrusu, Kur’an’ı öne çıkarmanın müsteşriklikle ne ilgisi var anlayamadım. Bu mesele üzerinde durmaya lüzum yok diye düşünüyorum. Müslüman toplumların tamamın ve hayatın her alanında olumsuz bir durum oldu mu, dış güçlerle izah edilir oldu. Dış güçler denildiğinde problem mi çözülüyor? Hayır. Kendilerini, kendi hata ve eksikliklerini sorgulamayı göze alamayanların; kendi hatalarıyla yüzleşemeyenlerin sarılacakları başka bir bahane yok ki.
Türkiye’de hadisleri bütünüyle ret eden tanınmış birini görmedim ama şunu bunu hadis münkiri olmakla suçlayıp kendisi hadisle amel etmeyen nicelerini gördüm. Bu kesime muhaddislerin sahih olarak gördüğü fakat kendi mezhep ve meşreplerine uymayan bir hadis getirseniz o hadisin ya muevvel veya mensuh olduğunu söylerler. Aslında bu kesimin çoğuna ulusalcılık ve mezhepçilik taassubu hâkimdir. Hadislerle amel eden hadis ehliyle karşılaşsalar ya Harici yahut Vahhabi diye itham ederler.
Hadis münkiri olmadıkları halde hadis münkiri olarak takdim edilen ve Kur’an’cı diye bilinen kesime şahsen benim de itirazlarım var. Şöyle ki:
Öne çıkardıkları meselelerin çoğu hayatla direkt ilişkili değildir: Âdem tek miydi yoksa Âdemler mi vardı? Havva Âdemden mi yaratıldı yoksa ayrıca mı yaratıldı? Hz. İsa inecek mi inmeyecek mi? Kabir azabı var mı yok mu? Cehennemden çıkmak diye bir şey var mı yok mu? Ruh diye bir varlık var mıdır yok mudur? Peygamber miraca çıkmış mıdır çıkmamış mıdır? Mehdi gelecek mi gelmeyecek mi?
Elbette bir Müslümanı bu gibi meselelere dair de kanaati olacaktır ama bu gibi meseleler öne çıkarılacak meseleler midir? Kur’an’ın konusu hep bu gibi konular mıdır?
Mesela direkt hayatı ilgilendiren gelir dağılımındaki adaletsizliğe, açlık ve sefalete, adaletsizliklere, insanın temel haklarına, ulusalcılığa, dünya hayatına dair dinin her türlü emrini dışlayan sistemlere, tarih felsefesine ve buradan hareketle toplumsal olayları tahlile dair Kur’an’ın söyleyeceği hiçbir şey yok mudur?
Kur’an’cıyım diyenlerin veya bu şekilde bilinenlerin -bazı istisnalar hariç- bu gibi hayatı direkt ilgilendiren meseleleri öne çıkardıklarına ben şahit olmadım.
İster Kürt meselesi deyin, ister terör meselesi deyin ülkemizde otuz seneyi aşan bir çatışma var acaba Kur’an’dan âdil bir çözüm önerisi çıkarılıp kamuoyuna açıklanamaz mıydı?
İslam âlemi darmadağın olmuş savaşların arenası haline gelmiş. Bu konuda Kur’an söylediği bir şey yok mudur?
Hayatla ilgili hiçbir meseleyle ilgilenmediklerini söylemiyorum, genel meselelere dair ses getirici bir girişimleri yok, diyorum.
Sürekli şirk meselesini dile getiriyorlar. Evet, bu mesele hem hayatı yakından ilgilendiriyor ve hem de hayati bir mesele. Ancak şirk hep tasavvuf ehlini mi ilgilendiriyor ki sadece tasavvuf ehli gündeme getiriliyor.
Sözünü ettiğimiz kesim, aslında hadis münkiri olmadıkları halde karşıtlarının işine yarayacak sivri sözler söyleyip onlara çanak tuttuklarının farkında mı değiller?
SONUÇ
1. Dinin tek bir kaynağı vardır ve o da Kur’an-ı Kerim’dir. Hadisler dinin kaynağı değil, Kur’an’ın açıklamasıdır. Hadisler eğer dinin kaynağı olsaydı Peygamber döneminde yazıya geçirilir koruma altına alınırdı. Dört halife döneminde de derlenip yazıya aktarılmadıkları bir gerçektir.
2. Kur’an’ı en iyi anlayan, en iyi uygulayan şüphesiz Peygamberdir. Bu nedenle Peygamberin hadislerini ve özellikle sünnetini ihmal edemeyiz. Ne var ki biz hadisleri Peygamberin kendisinden işitmedik, ravi denilen aracıların aktarmasıyla bize ulaşmışlardır. Bu sebeple bazı kriterlere dayanarak seçmeci olmak zorundayız.
3. Hadisleri sonradan derleyen ve gerek kendilerinin, gerek diğer hadis ehlinin sahih dedikleri her hadisi kabul etmek zorunda değiliz. Bazı kriterler çerçevesinde sahih denilen şu veya bu hadisi kabul etmeyebiliriz. Eğer böyle davranmak Peygamberi devre dışı bırakmak ise mevcut dört sünni mezhep içerisinde Peygamberi devre dışı bırakan mezheplerin başında Hanefi mezhebi gelmektedir. Çünkü söz konusu mezhepler içerisinde hadislere en uzak mezhep Hanefiliktir.
4. Şahsen, hadisleri bütünüyle ret eden ve halk arasında da tanınan birine şahit olmadım. Hadis münkiri olarak ileri sürülenler, Kur’an’a ters düşen hadislerin kabul edilemeyeceğini söylüyorlar ki geçmiş âlimlerin de büyük çoğunluğu bu görüştedir.
5. Kur’an’cı diye bilinen kesimin hatalı yorumları yanlış tespitleri hatta bazen agresif üslupları olabilir bu yönleriyle elbette eleştirilmelidirler. Ancak onları eleştirme üzerinden insanları Kur’an’dan uzaklaştırmaya çalışmak hak dine; Kur’an’a ihanettir. Ayrıca hadisleri bütünüyle inkâr etmedikleri halde onları hadis münkiri olmakla ve peygamberi dışlamakla itham etmek onlara iftiradır.
6. Ülkemizde hadis ehli olarak bilinen kesim yoktur. Erbabınca bilindiği gibi Hadis ehli ayrıntılara varıncaya kadar her meselede hadisle amel ederler. Bizde ise mezhebe göre amel edilir. Hadisçilerin sahih dedikleriyle değil mezhep müçtehitler hangi hadisi sahih kabul etmişlerse o hadislere dayanan, içtihatlarıyla amel ederiz. Diğer hadislere ya müevveldir ya da mensuhtur, der geçeriz. Bu sebeple hadis savunuculuğuna soyunanlar aslında mezhep savunuculuğu yapıyorlar.
7. Ne mezhebi ne de hadisleri İslam’ın merkezine değil, Kur’an’ı İslam’ın merkezine oturtmak gerekir.
Bu sözlerimle Kur’an’ın bir vadide diğerlerinin başka vadide olduklarını anlatmak değil ama mezhep de hadis de bir meselede Kur’an’a ters düşmüşse Kur’an’ı hakem kılmak gerekir.
Prof. Dr. Öğretim Üyesi, Sakarya Üniversitesi İlahiyat Fakültesi.