Hüseyin ÇİL[1]
I.
Edebiyatın sosyolojiyle olan yakın ilişkisi günden güne daha fazla dillendiriliyor. Kimi zaman haklı kimi zaman haksız gerekçelerle birbirinden tamamen ayrı kategorize edilmeye çalışılan bu iki alanın, postmodernist salvolarla pozitivizmin belinin kırıldığı zamanlarda bağlantılarını daha da güçlendirdiğini söylemekte bir mahsur görünmüyor. Ancak, postmodernizmin “ne olsa gider” mantığının edebiyat ve sosyoloji bağlantısını uzun süre taşıyabilecek güçte olduğunu söylemek de kolay değil. Sosyologların postmodernizmin cesaretlendirmesiyle edebiyata yaklaşmaları birçok sakıncayı da beraberinde getiriyor. Bu sakıncalara karşı ise sosyolojinin metodist damarının kabarması her zaman olasılıklar dâhilinde. Ancak kimi zaman yükselen sesler edebiyat-sosyoloji ilişkisinin araştırmacının keyfiyetinden daha sağlam temelleri olduğunu gösteriyor. Örneğin Zygmunt Bauman’ın sosyolojinin amacı için söyledikleri ile Rita Felski’nin edebiyatın amacı için söyledikleri arasındaki şaşırtıcı yakınlık postmodernizmin yaklaşımından çok daha umut verici görünüyor:
Geleneksel bağlardan ve katı toplumsal hiyerarşilerden kurtulmuş bireyler, kendi hayatlarını düzenleyip ona bir amaç katmak gibi külfetli bir özgürlüğe davet edilirler. Benlik kendi üstüne düşünmeye dayalı bir hal aldıkça edebiyat da kişi olmanın ne anlama geldiğini keşfetmede can alıcı bir rol üstlenmeye başlar[2]
(G)iderek bireyselleşen bireylerin kendi hayatlarına anlam ve amaç katmak için mücadele ederlerken kendilerini içinde buldukları değişmekte olan insanlık durumunu yeniden ifade etmek için sürdürülen kesintisiz çabayla yakından uğraşmak, mevcut koşullar altında sosyolojinin en önemli görevidir[3]
Bu metnin kaleme alınmasına vesile olan atölye çalışması da[4] böylesine tespitlerden cesaret alarak ilerlemektedir. Modern insanın gelgitlerle dolu çetrefil dünyası hem romanlarda hem de sosyolojide sürekli karşılık bulmakta ve takipçilerine yeni okuma biçimlerinin kapısını aralamaktadır. Romanlar, Türk ve dünya edebiyatında önceleri çok farklı şekillerde defalarca okumaya tabi tutulsalar da hala yeni okumaların heyecan ve merakına açık metinlerdir. Tek tek okunduklarında farklı, -bu atölye çalışmasında olduğu gibi- yüz yılı içeren bir bütünlüğün parçası olarak okunduklarında farklı düşüncelere kapı aralar. Dönem, siyasi görüş, kimlik vs. bağlamında okunduklarında farklı hikayeleri belirginleştirirken kahramanları ya da tipleri üzerinden okunduklarında başka sırlarını ortaya döker. Romanlar çok katmanlı metinlerdir. Tabakalaşmış dünya gerçeği için her bir katmanında ayrı bir bakışa kapı aralar. Bu yazının devamında, romanlarda bu katmanlardan biri olan birey/kahraman/karakter/tip gibi, özünde insan tekine dayanan boyutları -aralarındaki farkın tartışmasına girmeden- ele alacağım. Burada daha fazla önem verdiğim husus bir roman kişisinin sosyoloji başta olmak üzere diğer disiplinlere sunabileceği imkanı ortaya koymaktır. Yararlanacağım iki isim olan Lukacs ve Jameson’un içerik anlamında söyledikleri tartışılır olsa da metod/perspektif anlamında bir çıkış noktası sunduklarını düşünüyorum.
II.
Bir edebi tür olarak roman varlığını borçlu olduğu bireyleri farklı biçimlerde anlatır. Kimi zaman kendi benliğine dalmış olarak, kimi zaman da toplumla iç içe. Ama romanın önceliği her zaman insan tekidir. Roman kolektiviteye dair anlatılarını dahi bireyler üzerinden geliştirir. Kolektiviteye dair anlatıların en yaygın olduğu klasik Rus romanında bile anlatı birey üzerinden geliştirilmek zorundadır. Burada esas mesele bireyden ne anladığımız noktasında düğümlenir. Söz gelimi Maksim Gorki’nin Ana adlı romanının baş kahramanı olan Pavel’in geniş temsil kabiliyetine sahip bir birey olduğu kuşku götürmez bir gerçektir. Pavel bir bireydir; ancak temsil kabiliyeti sayesinde aynı zamanda tipik olanı anlatma yeteneğini haizdir. Gorki eserinde bunu yapmayı başardığı için takdir edilmiştir.
Lukacs’ a göre roman, modernitenin ana edebi türü olarak, insan bilincinde derin bir kopuşun yaşandığı döneme denk düşer. Eski Yunan toplumunun -epiklerde ifadesini bulan- temel özelliği olan ‘bütünlük’ fikir ve deneyiminden, modern dünyayı karakterize eden bir parçalanmışlığın yaşandığı döneme geçişe denk gelir. Roman, epiğin Eski Yunan’da yaptığını modern dünyada yapmaya talip olan bir türdür. İdeal ile gerçek arasındaki mesafeyi ortadan kaldırmanın arayışıdır. Ancak romanın önünde aşılması güç bir engel vardır. Epik zaten tedavülde olan bir bütünlüğü anlatırken, roman yitirilmiş bir bütünlüğü aramanın gayretinin bir ürünüdür. Kahraman ise bu bütünlüğü arayandır. Lukacs’ın deyişiyle epik, “kendi içinden tamamlanmış bir hayatın bütünselliğine biçim verir; roman ise biçim vererek hayatın gizlenmiş bütünselliğini açığa çıkarıp inşa etmeye çalışır.”[5] Romanda, “toplumsal gerçekliğin özü”nü anlamak önemlidir. Yazar ise toplumun gelişiminin seyrini belirleyen tarihi güçleri yani toplumun iç yapısını ve dinamiğini kavramalı, toplumun belirli bir dönemi için tipik olan tarihi durumu anlamalıdır. Bu manzarayı somutlaştıracak olan ise kişi, olay ve durumlardır. O halde eserdeki kişi olay ve durumların toplumsal gerçekliği yansıtabilmesi için tipik bir nitelik taşıması gerekir. Lukacs’a göre tipik olanı yakalayabilen yazar hangi ideoloji veya sınıfa mensup olursa olsun takdire şayandır; çünkü gerçekçidir. Başka bir deyişle değişimin dinamiğini sağlayan tarihsel gücün/güçlerin farkına varmıştır.
Marksist edebiyat eleştirisinin yaşayan en önemli figürlerinden olan Fredric Jameson da romanın bütün olanı anlatmasından yana tavır koyma noktasında selefleriyle birleşir. Jameson Çok Uluslu Kapitalizm Çağında Üçüncü Dünya Edebiyatı adlı çok tartışılan makalesinde Üçüncü Dünya olarak adlandırdığı ülkelerin romanlarını inceler. Üçüncü Dünya kavramsallaştırmasını kapitalist üretim biçimi ile sosyalist üretim biçimi dışında kalan ülkeler için kullanır. Bu ülkelerin ayırıcı özelliği Batı’nın sömürgelerine maruz kalmalarıdır. Bu ülke edebiyatçılarının sömürgeye karşı olan tepkileri eserlerinde açık biçimde görülür. Bu tepki milliyetçi bir tepkidir.
“Üçüncü Dünya”, “emperyalizm ve sömürgecilik deneyimi” bağlamında tanımladığı ve bu dışlayıcı vurguyu zorunlu olarak izleyen siyasi kategorinin “ulus” olduğu; bu bağlamda milliyetçiliğin özellikle değer atfedilen bir ideoloji olduğu ve milliyetçi ideolojiye bu çerçeve içerisinde ayrıcalıklı bir yer atfedildiği için, bu kuramda “Tüm üçüncü dünya metinlerinin ulusal alegoriler olarak okunabilecekleri” iddiası öne sürülmektedir. Alegori kelime anlamı olarak temsil demektir. Temsil edilen bir değer, düşünce biçimi, bir kolektivite ya da bir ülke olabilir. Temsil eden ise insan ya da kendisine insani özellikler yüklenmiş diğer canlı varlıklardır. Jameson’ın tezinde alegori ulusaldır. Yani temsil eden bir insan olsa da temsil edilen bir ulusun ta kendisidir. Batı emperyalizmine maruz kalan ülkenin yazarının, eserinde anlattığı kahramanın deneyimleri aslında ulusun yaşadığı deneyimlerin anlatılmasından başka bir şey değildir. Bu nedenle edebi anlatılar tümüyle bireysel konulardan bahsettiğin de bile aslında ulusun bir bütün olarak kaderinden bahsediyordur. Yani bu romanlarda birey üzerine kurulmuş bir hikâye aslında ulusun o dönemki durumunun bir alegorisidir. Roman kahraman(lar)ı mensubu bulunduğu ulusun kaderini yaşamaya yazgılıdır.
Jameson makalesi boyunca oryantalist bakışa sahip bir takım iddiaları dillendirse de Üçüncü Dünya metinlerinin alegorik olmasını bir kusur ya da eksiklikmiş gibi sunmaz. Bireyin en psikolojik nitelikli deneyimlerinde bile aslında bağlı bulunduğu kolektivitenin bir temsilcisi olması onu hoşnut eden bir durumdur. Jameson tıpkı Lukacs gibi romanın bütünün anlatısı olması düşüncesinin savunucusudur ve Batılı muhataplarına (yazar ve eleştirmenlere) başka bir tecrübeyi örnek göstermek istemektedir. Bu tecrübe her ne kadar Jameson’ın deyimiyle ‘zorunlu’ biçimde olsa da bireyin şahsında bütün olanı, kolektif olanı, tipik olanı anlatmayı başarabilmektedir. Bu durumda dezavantajlı olan onlar değil bunu yapmayan Batılılardır.
Romanlarda bütüncül olana ya da tipik olana gösterilen ihtimam sadece klasik ya da Neo Marksistlere has bir durum değildir. Farklı kültür ve görüşlerden farklı düşünürler de tipik olanın anlatılmasının övgüye değer olduğu noktasında hemfikirdir. Balzac üzerine yazılmış en önemli biyografilerden birsinin sahibi olan Stefan Zweig, Fransız yazarın en dikkate değer bulduğu yönünü şöyle anlatır: “ Balzac, gücünü önemsiz bireyleri anlatmak için harcamamış, fakat tanıdığı ve birbiriyle benzeşen yüz insanı bir prototipte eritmiştir. Balzac, çok sayıda doktoru gereksinmez. Bir bilim adamına gerek duyulduğunda Bianchon, bir üniversite öğrencisi bir profesör ya da eğlendirici bir geveze kimliğiyle beliriverir”[6]
III.
Bu kısa teorik tartışma edebiyatın, özelde romanın ipinin, sosyoloji ya da sosyal bilim kuyusuna inecek sağlamlıkta olduğunu görmemiz için bir başlangıç kabul edilebilir. Atölye katılımcılarının inceledikleri roman kahramanlarına ilişkin metinleri ortaya çıkıp burada neşredildikçe bu iddia biraz daha somutlaşacaktır. Elbette Jameson ya da Lukacs’ın iddia ettiği gibi bütün kahramanları bir şeyin temsilcisi olarak görme mecburiyetinde değiliz. Onların sunduğu içerikler değil belki ama perspektifleri bizim daha çok işimize yarayabilir. Roman kahramanın önemini ortaya çıkaran bu perspektif Türk romanına uygulandığında yeni hikayelere kapı aralayabilir. Özellikle seksen öncesi Türk romanlarının okunmasında görülen ideoloji paralelindeki analiz biçiminin hakimiyeti böylesi alternatif okumalarla yerinden edilebilecektir. Yalnızca yazarın kimliği ve ideolojisi temelli bir bakış yerine romanın kahramanının gündelik hayatı, gözden kaçan sözleri, davranışları, tercihleri, çelişkileri, şaşkınlıkları ve iç diyaloglarına yönelmek, sadece kahramanı daha iyi anlamayı değil belki de o dönemi, “zamanın ruhu”nu anlamayı kolaylaştıracaktır. Bir başka deyişle, alışkın olduğumuz, romanın dışındaki büyük ideolojilerden ve meta anlatılardan hareketle romanın içini anlamaya dönük yatkınlığımız yerine, içeriden dışarıya doğru bir bakış, fark edilmeyenleri de belirginleştirecektir. Roman kahramanlarının renkli dünyası, katı ideolojilere dayalı “ya o ya bu” mantığı yerine insan teki olarak kahramana dayalı “hem o hem bu” mantığını öne çıkararak alternatif bir Türkiye okumasını da beraberinde getirebilir.
[1] Dr., Selçuk Üniversitesi, Sosyoloji Bölümü Öğretim Üyesi. (hcil_07@hotmail.com)
[2] Felski, Rita (2010). Edebiyat Ne İşe Yarar? İstanbul: Metis Yayınları, ss. 39-40.
[3] Bauman, Zygmunt (2011). Bireyselleşmiş Toplum. İstanbul: Metis Yayınları, s. 23.
[4] İlmi Düşünce Mektebi çatısı altında Cumhuriyet’ten günümüze doğru roman kahramanları aracılığıyla bir Türkiye okuması çalışması yürütülmektedir.
[5] Lukacs, Georgy (2007). Roman Kuramı. İstanbul: Metis Yayınları, s. 68.
[6] Zweig, Stefan (2013). Yarının Tarihi. İstanbul: Can Yayınları, s. 67.