Yasemin Demirel[1]
Şarkıların, şiirlerin, sevdaların ve kavuşmaların olduğu gibi çocukluğumuzun da başkentidir sokak çeşmeleri. Susuzların, aşıkların ve ayak üstü de olsa samimi muhabbetlerin mekanıdır. Cami, bakkal ve parkın olduğu bir yerde sokak çeşmesi görmek oldukça mümkündür. Bu çeşmeler, daha çok mahalle arasında görülen ve kimi zaman üç dört mahalleyi birbirine bağlayan merkezi bir konumdadır. Mahallelinin su ihtiyacını karşılamasının yanı sıra yol kenarında olup susuzluğu gidermek isteyenler ya da mezarlıklar için yapılan hayrat çeşmeleri de vardır.
Bizim sokağımızın çeşmesi üç yüz dört yüz metre alan içerisine yerleştirilmiş, kenarlarında banklar bulunan, normale oranla büyük bir çeşmeydi. Caddenin karşısında bir cami, çaprazında bir bakkal ve yanında büyük bir park vardı. Bizim çeşmemiz diğer çeşmelerden oldukça farklıydı. Etrafı iki katlı evlerle dolu olup akşam güneşinin kızıllığını, sabah güneşinin ilk ışıklarını gören bir çeşmeydi. Yaz kış klor kokusu olup doldurulan, bidonlarda ve hafızalarda beyazımsı bir renk bırakan tatlı bir suyu vardı. Kışları buz gibi olan, kimi soğuk karlı gecelerde donan hatta çoğu geceler donmasın diye mahalle sakinlerinin tabiri ile çeşme ip şeklinde açık bırakılırdı. Yazları ise güneşin kavurucu sıcaklığı altında ılık olan tatlımsı bir suyu vardı.
Çeşmenin uyanması sabah ezanıyla başlar. Camiye giden dedeler ve amcalar camiden önce gelip çeşmenin etrafına bidonlarını boş veya dolu olarak bırakırlardı. Çeşmeye genelde ilk gelen yıllarca bu mahallede yaşamış olan Rafet amcaydı. Sabah namazından biraz önce gelir, bidonlarını çeşmenin yan tarafına bırakırdı. Yıllardır kendine ve ailesine su veren bu çeşmeye minnetle bakar, usul usul bidonlarını ve çeşmeyi arkasında bırakarak cami cemaatine katılırdı. Günün iyice aydınlanmasıyla birlikte kahvaltıdan önce mahalle sakinleri taze su doldurmaya gelirdi. Saat ilerledikçe çeşme başında yoğunluk da artardı. Sabah telaşı içinde insanlar sularını doldururdu. Öğlene yakın okula gidecek çocuklar çeşmenin etrafında koşturur ve suluklarını doldurarak okula giderlerdi. Her sabah birbirlerine su şakası yapmak, önlüklerini ıslatmak ve annelerinden azar işitmek için adete sözleşmiş gibilerdi. Öğlen ve ikindi arasında kadınlar pazar arabalarına alabildiğince şişe ve bidonlarını koyarak çeşmeye gelirlerdi. Az bidonla gelen Emine teyze her defasında beklememek için ocakta yemeğim var diyerek öne geçmeye çalışırdı. Mahalleliler, bu yaşlı ve huysuz teyzeye her seferinde tebessümle sıralarını verirlerdi. Elbette homurdananlar da yok değildi. Birbirini tanıyan ya da tanımayan kadınlar havadan sudan muhabbetlerle çeşme başında sıralarını beklerlerdi. Havanın sıcaklığından, ocaktaki yemeklerinden, eşlerinden, çocuklarından ve öğleden sonra nerede oturacaklarından konuşurlardı. Her seferinde sıra olduğundan yakınarak erken gelmek gerektiğini söylerlerdi. Oysa onlar da çeşme de bilirdi ki kadınlar, yarın yine aynı saatte gelecek ve konuşmaların birçoğu tekrarlanacaktı. İkindiden sonra okuldan çıkan çocuklar, çeşmenin yanında buluşmak üzere sözleşerek evlerine giderlerdi. Üstünü değiştirip karnını doyuran çocuklar, soluğu çeşmede alırdı. Çeşmenin başı artık daha kalabalık ve cıvıl cıvıl bir hal alırdı. Erkek çocukları basketbol sahasında top oynamaya, kız çocukları parka gelirdi. Oyun arasında ya da bitiminde çocuklar koşarak çeşmeye akın eder ve sıra kapmaya çalışırdı. Kadınlar çoğunlukla araya girerek, sadece su içecez teyze diyen çocuklara, gidin suyunuzu evinizde için diyerek önce kızar sonra da sıralarını verirlerdi. Kana kana içilen suyun tipik hareketi elbise koluyla ağzın silinmesiydi. Bu hareketi hep sevimli bulmuşumdur ama anlayamadığım bu hareketten kasıt suyun ağızda bıraktığı klorun tadını mı silmek yoksa dudaklarda kalan su damlacıklarını silmek miydi?
Oyun oynayan çocuklar, çeşmenin etrafından yavaş yavaş dağılırken, çeşmenin az ötesinde bidonlarla çeşmeye gelmiş çocuklar kalırdı. Çeşmeye su doldurmaya gelmiş ama bankta oturmaktan sıraya girememiş çocuklar. Arkadaşlarından ayrılmak istemeyen ama annesinden korktuğu için sıranın azalmasını kollayan çocuklar… İkindi serinliği çeşmenin etrafını sarmıştır artık. Camiden çıkan dedelerin kiminin banklarda oturmaya kiminin su doldurmaya geldiği saatlerdir artık. Hava yavaş yavaş kararmaya başladığında, muhabbete dalıp geç kalanlar acele acele bidonlarını doldururlardı. Yemek vaktine yakın olduğundan artık kimse kimseye sırasını vermezdi. Akşam ezanından sonra çeşme tenhalaşırdı. Rüzgâr hafiften eser ve çeşmeden damlayan sularla melodimsi bir tını etrafa yayılırdı. Caminin bahçesindeki kavak ağaçlarının yapraklarının hışırtısı da bazı günler çeşmeye eşlik ederdi. Bu atmosfer nedense beni hem ürkütür hem de huzur verirdi.
Yatsıdan sonra sıra mahallenin delikanlılarına gelirdi. Delikanlılar banklarda oturarak çekirdek ve kola ikilisi eşliğinde muhabbet ederlerdi. Çeşme bu delikanlıların muhabbetlerine, dostluklarına ve sevdalarına seyirci kalırdı. Onlar varken çeşmeye su doldurmaya gelen olduğunda, delikanlılar arasında gizli bir sessizlik yemini başlardı. Kişinin uzaklaşmasıyla gençler kaldıkları yerden muhabbetlerine devam ederlerdi. Gece yarısına doğru herkes dağılır, koca bir günün ardından çeşme de sessizliğe bürünerek istirahate çekilirdi.
Çeşme her mevsim ve her ay farklılıklara tanık olurdu. Yazları etrafında cıvıl cıvıl bir hayat geçen çeşme, kışları yalnız ve soğukluğa şahit olurdu. İnsanlar arabalarıyla gelip sularını doldurup hızlıca giderlerdi. Kışın şiddetli zamanlarında çeşme donardı. Mahalle halkı çeşmenin donmaması için çeşmeyi hafif açık bırakırdı. Çeşmeye en son giden kişi eğer bunu unutup kapatırsa yaklaşık bir hafta mahalleli susuz kalırdı. O süre zarfında ya başka çeşmelerden sularını doldururlar ya da hazır su alırlardı. Rafet amca böyle zamanlarda çok kızardı. Yaşlı olduğu için kış günü başka çeşmeden su getirmeye mecali yoktu. Hazır suyun da tadını beğenmediğini söyleyerek memnuniyetsizliğini dile getirirdi. Aslında çeşmenin donması en çok çocukların işine yarardı. Buz tutmuş çeşmenin etrafında kayarlardı. Mahalleden az kimse kırmamıştı o buzda kolunu kafasını.
Artık eskiler dışında kimse çeşmeye gitmiyor. Rafet amca da çok yaşlandı. Zor taşır oldu bidonlarını ama hala vazgeçmedi. Suyun tadından mı vazgeçemedi yoksa alışkanlık mı bilinmez ama hareket olsun diye geliyorum diyordu zor olmuyor mu diye soranlara. Eskiden dört bidonla gelirdim dedi. Peki ya şimdi dedim. Gözleri dolarak yaşlılık kaçınılmaz son evlat, iki bidonu zor kaldırıyorum dedi. Tebessüm ettim ama içim burkuldu. Olsun bu halimize de şükür dedi buğulu gözleriyle gülerken. Ben Sıdıka teyzeni ilk orada gördüm. Sırasına geçtiğim için bana yan bakarak cık cıklamıştı. Sonra durdu, o günleri hatırlar gibi daldı. Hiç diyemedim, dikkatini çekmek için sıranı kaptım diye ekledi. Belki de onu hatırlamak için gidiyorum çeşmeye bilmiyorum. Çocuklar kızıyor gitme hangi çağda kaldık, su artık eve geliyor diye. Arayalım haftada bir damacana bıraksınlar baba diyorlar. Karışmayın bana diye hafiften çıkışıyorum dedi, gülümseyen buğulu gözleriyle. O günden beri ne zaman aklıma Rafet amca gelse içimde bir yer sızlar. Belki de çeşmeye olan vefa borcumuzu bu kadar çabuk unuttuğumuzdandır…
Çocukluğumun geçtiği, büyüdüğüm o mahalleden yıllar önce taşındık. Bütün eşyalarımızı ve anılarımızı kocaman kırmızı bir kamyona yükledik. Çeşme, çeşmedeki çocukluğum ve Rafet amca o mahallede kaldı. Taşınırken bidonları bile atmıştık çünkü. Taşındığımız yer modern bir mahalleydi ve artık herkes gibi damacanaya geçmeliyiz demişti annem. Önceleri sevinmiştim artık su taşımak zorunda değilim diye. Aslına bakarsanız suyun tadını da unuttum zamanla. Fakat ne o beyaz klor rengi ne de bidonda asitliymiş gibi çıkardığı sesi unuttum. Ne de çocukluğumu…
[1]Doktorant, Necmettin Erbakan Üniversitesi, Sosyoloji Bölümü (yasdem2@gmail.com)