Sosyal Bilimlerin Değişen Doğası

Anasayfa » Fikriyat » Sosyal Bilimlerin Değişen Doğası

Sosyal Bilimlerin Değişen Doğası

Betül Süeda Sütçü*

İDM Kademe Eğitimi Bahar dönemi, Prof. Dr. Mahmut Hakkı Akın’ın “Sosyal Bilimlerin Değişen Doğası” adlı açılış sunumuyla başladı. Bu sunumda Akın, Türkiye’deki tercüme faaliyetlerinin mahiyeti ve aktarmacılık, düşüncenin gelişmesi ve üretilen bilginin sürekliliği, Türkiye’de moda mahiyetinde dikkate alınan Avrupalı teorisyenler, hiyerarşik ilişkiler ve etiketler üzerinden düşünmek gibi meseleleri ele aldı.

Sosyal bilimlerin ve doğa bilimlerinin alanları olan doğa ve kültürün ontolojik farklılıkları üzerinden gerçekleşen metodolojik tartışmalardan konuya giriş yapılmıştır. Akın bu ayrımın sosyal bilimlerde temel teşkil etmesi gerektiğini belirtmiştir. Ancak Akın’a göre, pozitivizmi büsbütün reddetmek, sosyal bir varlık olan insanın ölçülebilir taraflarının görmezden gelinmesinin imkanı olmamasından dolayı mümkün değildir. Bu bağlamda hem/hem de mantığıyla hareket edilmesi gerekmektedir. Sosyal bilimlerin –özelde sosyolojinin- ortaya çıkışı insanların birlikte yaşama problemine bir çözüm bulma çabasının bir ürünüdür. Bu büsbütün çözülüp kenara koyulabilecek bir problem değildir. Akın, bir arada yaşayabilmeye dair geçici çözümlerin üretilmesinin aynı zamanda sonraki nesillerin çözmesi gereken sorunların üretilmesi anlamına geldiğini ve problemlerin çözümü için sosyolojik gerçekliğin ölçülebilir yanlarının görülmesinin zorunlu olduğunu belirtmiştir. Sosyal bilimlerde istatistiğin kurumsallaşması 18. yüzyıla dayanmaktadır ve sayısal veriler bize belirli düzeyde bir gerçekliği sunmaktadır. Sunulan gerçekliğin görülmesi gerekmektedir çünkü Akın’ın da söylediği gibi “sosyolojik realite kendisini dayatır ve siz kurguyu olguya dayatamazsınız.”

Akın’a göre, Türkiye gibi memleketlerde özellikle sosyal bilimlerde bilgi üretimi kısıtlıdır ve düşünce geleneği neredeyse hiç bulunmamaktadır. Ancak sosyal bilimlerin sağlam bir düzlemde gerçekleşebilmeleri için bir gelenek gerekmektedir. Akın, bu alanda bir gelenek aranıyorsa belirli bir dereceye kadar Ziya Gökalp, Mümtaz Turhan ve Erol Güngör çizgisinin takip edilebileceğini belirtmiştir. Bunlarla ilintili olarak ikincil metinlerin bile bu denli yoğun tercümesinin yapılmasını bir memlekette düşüncenin olmamasıyla ilişkilendirerek, böyle bir ortamda gerçekleşen tercüme faaliyetlerinin bilgi üretimi zannedilmesi ile birlikte özellikle akademik alanda yapılan çalışmaların bu memleketin gerçekliğini açıklayan, bu gerçekliğe söz söyleyen, ona dokunan bir tarafı bulunmadığı eleştirilmiştir. Yanı sıra gündemi belirleme gücü olan büyük yayınevleri tarafından “özgürleşme” biçimi olarak, bilimsel argümanlarla dahi karşı çıkıldığında bizzat “faşist” damgasının insanların üzerine yapışacağı fikirler yayılmaktadır. Buradaki problem, kültüre özgü birtakım değerlerin –mahremiyet gibi- göz önünde bulundurulmamasıdır. Başka bir şekilde söylemek gerekirse, bu topluma özgü tarihsel bağlam ve sosyolojik gerçeklik gözetilmemektedir. Akademik alanda çalışma yaparken tarihsel-sosyolojik bağlamı önemsemek ve belirli teknikleri öğrenmek Türkiye gerçekliğine dair söz söyleyebilmek için şarttır. Aynı zamanda tercüme faaliyetleri aracılığıyla gerçekleştirilen batının taşeronluğuyla bilgi üretiminin ve düşünce geleneğinin var olamayacağı ve bu aktarmacılığa dair problemlerin iyi tahlil edilmesi gerektiği inkâr edilemezdir.

Akın, Osmanlı Dönemi aydınlarına haksızlık edildiği kanaatindedir. Çünkü bu dönem aydınlarına dair genel kabul onların büyük oranda aktarmacı olduğu yönündedir. Ancak bu insanların kendi gerçekliklerine yöneldikleri yerli taraflarını görmek gerekmektedir. Örneğin Ziya Gökalp yahut Namık Kemal bizatihi aktarmacı değildir. Sözü edilen aydınların –elbette-hataları da olmakla beraber bu ülkeye dair bir aidiyetleri, kendi geleneğinin içinden konuşma çabaları ve bu ülkenin gerçekliğine dair söyledikleri sözler vardır. Bağlam içerisinde Akın şu soruyu sormaktadır “Peki, sonrasında diğer aydın tipini nasıl ürettik?” Bu soru, Said Halim Paşa’nın yazıları üzerinden, Fransız Devrimi’nin etkisinde devrimci düşüncenin yükselmesiyle kendi sosyal gerçekliğinden kopmuş, nihilizm ve anarşizm eğilimli bir neslin oluşmaya başlamasıyla ilişkilendirilerek yanıtlanmıştır. Said Halim Paşa’nın Akın tarafından vurgulanması, bu devlet adamının var olan olgunun farkında oluşuyla ilgilidir.

Türkiye’de “etiketler üzerinden düşünmek” problemi, Akın’ın sözleriyle; durumlara sadece siyasi körlükle bakılarak enerji harcanan meselelerden dolayı bu memleketin çokça canını yakan problemlerdendir. Çünkü bu problemden dolayı Muzaffer Sherif ve Erol Güngör gibi önemli sosyal bilimciler kaybedilmiştir ve bu kayıptan dolayı ciddi bedeller ödenmiştir. Bu bağlamda, öteki ile temas etmeden sosyal bilimlerin gelişmeyeceği ancak bu temasın da bir bilgi üretimine dönüşmesinin gerekli olduğu belirtilmiştir. Yine Akın’ın sözleriyle, bir memlekette kısmi bir ifade özgürlüğü ve kısmi bir bireylik hissi olmadığı müddetçe bilim ve bilgi üretmekle ilgili bir şey çok da mümkün olmamaktadır. Aynı zamanda Peter Berger’in Sosyolojiye Çağrı kitabından Akın’ın aktarımıyla, eğer dünyada sosyoloji bir işe yarayacaksa insanların farklılıklarıyla bir arada yaşamasına hümanisttik bir katkı sağlayabilir. Eğer sosyal gerçeklik kavranmak isteniyorsa ve bu bir zorunluluksa ancak bireysel hikayelere saygı duyularak tanınabilir ve bu yolla gerçekliğe temas daha iyi bir süreçte gerçekleşir. Başka bir değişle, sosyal gerçeklik homojen bir yapıymışçasına ve kalıp yargılarla bütüncül biçimde düşünülmemesi gerekmektedir.

Akın son tahlilde Türkiye’de bilgi üretiminin ve sürekliliği olan bir düşünce geleneğinin olmamasını tartışmıştır. Memlekette gerçekleştirilen tercüme faaliyetlerinin -batının taşeronluğunu yapmak anlamında- aktarmacı bir düzlemde gerçekleştiği, yapılan akademik araştırmalarla özgün sosyolojik-tarihsel bağlama söz söylenmediği, Osmanlı aydınına haksızlık edilerek önemsenmediği yahut hatalı algıların var olageldiği ve yaygın olarak etiketler üzerinden düşünülmesinden dolayı düşünsel açıdan yaşanan kayıplar gibi durumların bir sonucu olduğundan söz etmiştir.

Sunumun soru-cevap faslında Mehtap Gümüş, konuşmanın başlığının “Sosyal Bilimlerin Değişen Doğası” olduğunu imleyerek, Akın’ın konuşmasının değişen rolünü tartışmak yerine eleştiri temelli bir konuşma olduğunu belirtmiştir. Gümüş, “sosyal bilimlerin bugün durduğu noktanın neresi ve değişen rolünün ne olduğu” sorusunu yöneltmiştir. Akın, “ilk defa hükümet tarafından birçok alanda politika uygulamayla ilgili” birtakım adımların atıldığını belirtmiştir. Ancak Akın’a göre siyasetçilerin uzun yıllardan beri sosyal gerçekliği yeterince önemsemeden “kendi ilişkileri üzerinden” yaşananları çözümleme alışkanlıkları olduğu için bu adımların karşısına belirli engeller çıkmıştır. Cumhurbaşkanlığına bağlı bir yürütme kurulunun altında bir birim olan Sosyal Bilimler Çalışma Grubu’nun Türkiye tarihinde ilk kez oluşturulduğunu belirtmiştir. Esasında, İçtimaiyat Enstitüsü adıyla Ankara’da, Atatürk’ün Ziya Gökalp’e sözüyle 20. yüzyılın başlarında kurulacak olan birime benzerdir.

Akın, Üniversitelerin “niceliğinin artmasıyla ilgili nitelik açısından belirli bedellerinin olduğunu” belirterek tekseslilikle ilgili bazı şeylerin kırılmaya başladığını belirtmiştir. Artan niceliğin özerk hareket etmeyle ilgili belirli getirileri olduğunu ancak direnen kültürün de göz önünde bulundurulması gerektiği belirtilmiştir. Akın, bir YÖK toplantısında, doktora mezun sayısının en düşük olduğu ülkelerden birinin Türkiye olması gerekçesiyle; bir devlet politikası olarak nitelik gözetilmeksizin doktora mezun sayısının arttırılması bir zorunluluk haline gelmesinin ve bir yolu bulunarak bu insanların desteklenmesinin gerekli olduğunun konuşulduğunu aktarmıştır. Bunun, “dayatılan bazı şeylerin kırılmasına etki edebilir” bir politika olduğunu belirtmiştir. Son olarak, sosyal bilimlerin değişip dönüştüğünü ve bu değişimin ve dönüşümün sosyal gerçekliğin bir zorunluluğu olarak gerçekleştiğini; bu sürecin sonucu olarak ise bazı tekellerin ve kartellerin kırılabileceğini, bu durumda herkesin üzerine düşen görevin öncelikle gerçekliğe dayanarak veri odaklı çalışmalarla sosyal gerçekliği ortaya koymak olduğunu belirtmiştir.

Gümüş’ün eleştirilerine katılarak, Akın’ın sunumunun geçmişe dönük bir eleştiri olduğunu ve bu sunumun sosyal bilimlerin değişmeyen doğası üzerinden gerçekleştiğini düşünüyorum. Osmanlı aydını olarak imlenen ve örneklendirilen kişilerin büyük bir kısmı batılı eğitim almış olan isimlerdir. Yerli taraflarının görülmesinin önemli olduğu fikrine katılmakla beraber, bu isimlerin büyük oranda yüzlerinin batıya dönük olduğu da bir gerçektir. Ziya Gökalp’in hars-medeniyet ayrımının biraz incelenmesi bu gerçekliğe örnek teşkil edebilir. Akın’ın tercüme faaliyetlerine dair var olan kültürel değerler temelli çekincesini, aktarmacılığın bilgi üretimine fayda sağlamaması ve yayınevlerinin belirli tavırlar içerisinde seçici davranmaları sonucunda tercihlerinin değişkenlik göstermesi fikirlerini anlayabiliyorum. Bu fikirlerin bir kısmına katılmakla beraber Türkiye gibi dil öğreniminin oldukça sıkıntılı olduğu memleketlerde, Akın’ın eleştirdiği ikincil kaynak tercümelerinin yoğunluğu, benim açımdan bir gerekliliktir. Gelişmiş bilişim çağında, internet üzerinden Türkçe kaynak ya da Türkçe bilgi aramak yeterli olmamaktadır ve böylelikle de “doğru” ya da “gerçek” bilgiye ulaşımın imkânları kısır kalmaktadır. Böyle bir durumda önemli yayınevlerinin tercüme faaliyetlerinden –konu bağlamı içinde de olsa- yalnızca batının taşeronluğu olarak söz edilmesini uygun bulmuyorum. Akın tarafından, kültürel değerlere uygun olmayan ve tarihsel-sosyolojik bağlamı gözetmediği düşünülen kaynakların tercümesi yapılmamalı mıdır? Sosyal bilimlerde istatistiğin kullanılması, anket tekniğiyle gerçekliği kavrama çabası, genelde nicel araştırma yönteminin önemsenmesi gibi konulara dikkat çekildi. Ancak nicel araştırma yöntemiyle ulaşılan veriler çoğunlukla politika yapıcılarının faaliyetleri için gerekli olmaktadır. Bu bağlamda, sosyal bilimlerin amacının ve geçerliliğinin tartışılmasını gerekli buluyorum. “Akın, Türkiye’de bilgi üretiminin ve sürekliliği olan bir düşünce geleneğinin olmamasını tartışmıştır.” ancak neden olmadığı yeterince açıklanmamıştır ve olabilmesinin olanakları yeterince tartışılmamıştır. Akın’ın savladığı, “üniversitelerin niceliğinin artışı ile tek sesliliğin kırılması” arasındaki ilişki, bu bağlamda; özerk hareket etmekle ilgili belirli getiriler ve tekellerin ve kartellerin kırılabileceği varsayımları da benim açımdan net değildir. Bu olgular arasındaki bağlantılar ve nedensellikler yeterince açıklanmamıştır.

*Bu yazı, İDM Kademe Eğitimi Programı bünyesinde hazırlanmıştır.

İlgili Makaleler

Yorum bırakın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Son Yazılar

Kategoriler

Etiketler

Copyright © 2025 İDM - İlmi Düşünce Mektebi